Hz. Peygamber - A.s.v- Sünneti, Dinin Tatbikidir
islamcokguzel-reyhaniyayinlari-hz-muhammed-kitap-kampanyasi
Kur’an-ı Kerim’de bildirilenlerden başka Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, hadis ve sünnetleriyle hüküm koyabilir mi?
Allah-u Zülcelâl Peygamber aleyhisselatu vesselamı sadece Kur’an-ı Kerim’i tebliğ etmek için gönderdiğini, onun başka bir vazifesi olmadığını söylememiştir. Aksine Peygamber aleyhisselatu vesselamın başka vazife ve selahiyetlerinin de olduğunu şöyle bildiriyor:
“Andolsun ki Allah, mü’minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor, onları tezkiye ediyor (arındırıyor) ve onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Al-i İmran, 164)
Bu ayet-i kerimeye dikkat edilirse, “Onlara ayetlerini okuyor,” ifadesinden başka ifadeler görüyoruz. Bunlardan biri, tezkiye görevi ve selahiyetidir.
“Onları tezkiye ediyor,” yani cahillikten, batıldan, günahtan, nefsani meyillerden her türlü pislikten arındırıyor; ter temiz kullar haline gelmeleri için rehberlik yapıyor.
İkincisi ayetlerini okuyor ifadesinden sonra tekrar “kitabı öğretiyor,” diye bildirilmiştir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Allah’ın dinini cahiliye içindeki bir kavme getirmişti. Onlar hem okuma yazma bilmeyen, ümmi bir toplumdu; hem de ellerinde Allah’ın kitabı bulunmayan, örf adet düzeninde yaşayan bir kavimdi.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem sahabesini öyle ilim, irfan tutkusuyla yetiştirdi ki, onlar cehaletten kurtuldular, İslami ilimlerle meşgul oldular. Peygamber aleyhisselatu vesselamın gayretleriyle yirmi üç sene gibi kısa bir zaman zarfında birçok muallimler, kadılar, valiler yetişti; gittikleri yerde Allah’ın dinini öğretip tatbik ettiler.
Kitabı öğretti ifadesinden sonra “hikmeti öğretti” ifadesi geliyor. Birçok alimlere göre hikmet, tatbik edilerek istifade edilen, hayata nizam getiren uygulamalı ilimdir. Bir kişinin bilgileri ezberlemesi başka ona uyarak hakim, yani bilge bir kişi olması başkadır. İşte “hikmeti öğretti,” lafzı, Peygamber aleyhisselatu vesselamın hayatına tatbik ettiği “sünnet-i seniyye”ye işaret eder.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin sünneti, onun ibadet hayatından insanlarla muamelesine, günlük yaşantısından aile hayatına kadar birçok sahayı kapsar. Allah’ın Resulü, hayatını Allah’a adamakla, “asıl hayat ahiret hayatıdır,” diyerek dünyaya hiç meyletmemekle, insanlarla güzel geçinip hidayetlerine vesile olmakla hikmetin en güzel örneğini ortaya koymuştur. Bu Peygamberleri çeşitli bilgin ve düşünürlerden ayıran hususiyetlerden biridir.
Sünnet, Hikmetin Kaynağıdır
Çok bilmek hikmetli davranmayı sağlamaz. Niceleri çok iyi nutuk atar, edebiyat yapar ama onun ahlakını yakınlarına soracak olsan kimsenin gönlünü kazanmış değildir. Peygamber aleyhisselatu vesselam ise ortaya koyduğu üstün ahlakı ve şahsiyetiyle, tebliğ ettiği dinin dosdoğru yol olduğunun en kuvvetli delili olmuştur.
Sahabe-i kiram hazeratı, radıyallahu anhum ecmaıyn da bunu çok iyi anlamışlardı. Öyle ki, her biri Resulullah sallallahu aleyhi vesellemden nasıl gördüyse öyle amel yapar, bundan başka bir hidayet aramazdı. Onların hiçbirinde Peygamber aleyhisselatu vesselamın sünneti dururken kendi akıllarıyla Kur’an-ı Kerim’den hüküm çıkarmak gibi anlayış görülmezdi. Nitekim Ümeyye İbni Abdullah İbni Halid, Abdullah ibni Ömer’in radıyallahu anhumanın yanına gidince şöyle bir soru sordu:
“Biz Kuran-ı Kerim’de hazar namazı ile (mukimlerin, normal kıldığı namaz) ile (savaş esnasında düşman saldırısı endişesi esnasında kısa kılınan) korku namazını görüyoruz. Fakat sefer (yolculuk sebebiyle kısa kılınan) namazı Kur’an’da göremiyoruz. Nasıl oluyor bu?”
Sahabenin âlimlerinden Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhunun cevabı aynen şöyleydi:
“Yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi Peygamber olarak gönderdi. Biz, Hz. Muhammed aleyhisselatu vesselamı, neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız.” (Nesaî, Taksîru’s-salât, 1)
Esasen onlar böyle yapmakla, Allah-u Zülcelâl’in Resulüne indirdiği şu ayet-i kerimeye uymuş oluyorlardı:
“De ki; Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..”(Âl-i İmrân, 31)
Yine onlar biliyordu ki Resule itaat edenler şu ayette bildirilen İlahi garanti kapsamında olurlar:
“Kim Resûl’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur…” (Nisa, 80)
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de şöyle ikaz etmişti:
“Şunu iyi biliniz ki bana Kur’an-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun koltuğuna kurulan tok bir adamın size: ‘Sadece şu Kur’an lazımdır, onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter.’ diyeceği günler yakındır…” (Ebu Davud, Sünnet, 6, İmare 33; Tirmizi, İlim 10)
Yani sahabeler, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin bir işte hükmettiği zaman kendisine verilmiş olan hikmet ile hükmettiğini biliyorlardı. Nitekim Allah-u Zülcelâl de şöyle buyurmuştur:
“Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi isteğine göre tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”(Ahzab, 36)
Vahy-i Gayr-i Metluv
Elbette Peygamber aleyhisselatu vesselam, dine müteallik olmayan dünyevi işlerde mesela hurma ziraatı ve benzeri hususlarda diğer insanlar gibiydi. Bu sahalarda ona vahiyle bildirilmiş bir şey yoksa, kendine ait bir tecrübesi de bulunmuyorsa, “Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz.” derdi. (Müslim, Fedail, 141)
Ancak dine dair meselelerde bir hüküm vermişse bu ona verilmiş olan vahy-i gayr-i metluv, yani Kur’an-ı Kerim gibi okunan ayetler değilse de Cebrail aleyhisselamın getirdiği başka bir vahiy olduğu biliniyordu. İşte bu sebeple Peygamber aleyhisselatu vesselamın dini maksatla yaptığı şeyler dikkatle takip ediliyor ve örnek alınıyordu.
Sahâbîler Peygamber aleyhisselatu vesselamın sünnetini öğrenmek için çok gayretliydiler. Mesela Hz. Ömer radıyallahu anh, Medîneli bir sahâbi ile Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selemi nöbetleşe tâkip etmek için anlaşmıştı. Ömer, bu durumu şöyle anlatmaktadır: “O, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellemden uzakta bulunduğu sırada ben mescidde bulunur ve o gün meydana gelen olayları ona anlatırdım. Benim olmadığım gün ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili bilgileri o bana getirirdi.” (Buhâri, Ahbâru’l-âhâd 1.)
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah radıyallahu anhuma ise babasından geri kalmazdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sabah namazını bir ay süreyle takip etmiş ve hangi sûreleri okuduğunu tespit ederek nakletmiştir. (Tirmizî, Salât 191.) Hatta Abdullah ibn Ömer radıyallahu anhın Rasulullah’ın okuduğu duaları saydığı da meşhurdur. Bir keresinde şöyle demiştir:
“Biz Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bir mecliste yüz defa ‘Rabbim beni bağışla, tevbemi kabul et, şüphesiz sen tevbeleri kabul edensin, merhametlisin.’ dediğini sayardık.” (Ebû Dâvûd, Vitr 26; Tirmizî, Deavât 38; İbn Mâce, Edeb 57)
Sahabe-i Kiram, Efendimiz aleyhisselatu vesselamın ahirete irtihalinden sonra çok büyük badirelerden geçtiler ama O’nun sünnetini öğrenip tatbik etmeyi ihmal etmediler. Birçoğu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetini iyi bilen ezvac-ı tahirata ve âlim sahabelere sorular sorardı.
Uzak diyarlarda vazifeli sahabeler, hac mevsiminde mukaddes beldede toplandığı zaman ilim öğrenirdi. Bazen de Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir konudaki sünnetini öğrenmek için ashab-ı kiram birbirlerine mektup yazarak, soru sorar veya uzun yolculuklar yaparak ilim öğrenirlerdi. Çünkü onlar biliyorlardı ki, Peygamber aleyhissalatu vesselama tabi olmadan yapılan amellerin bir kıymeti yoktur.
Sahabe-i kiram amellerinde sünnete ittiba etmeye böyle hassas olunca, onlardan sonra gelen tabiin nesli de onlardan gördüklerine, dinlediklerine, öğrendiklerine uydular. Hatta Tabiin neslinin sahabeden Peygamber aleyhisselatu vesselamın sünnetini örnek almaktaki gayreti, sahabeleri daha da titiz davranmaya sevk ediyordu. Mesela Halid bin Zeyd (Ebû Eyyüb el-Ensârî) radıyallahu anhu, Mısır’da bulunuyordu. Mısır valisi Ukbe b. Âmir radıyallahu anh bir gün akşam namazını biraz geç kıldırdı. Bunun üzerine ona:
“Bu ne haldir ey Ukbe?” dedi. Ukbe b. Amir radıyallahu anh,
“(Devlet işleriyle) meşguldüm,” diye cevap verdi.
Fakat Hâlid bin Zeyd,
“Senin bu hareketini, insanların, ‘Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den böyle görmüştür’ diye değerlendirmelerinden korkuyorum. Halbuki Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ‘Akşam namazını yıldızların gökte göründüğü zamana ertelemedikleri sürece ümmetim hayr –bir rivayette sünnet, bir başkasında fıtrat, bir diğerinde İslâm- üzere devam eder’ buyurmuştur, dedi (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 417)
Sahabe-i kiramın sünneti dinin ta kendisi kabul ettiğinin bir delili de şudur ki, kendilerine “Dinimize göre bunun hükmü nedir?” gibi sorulara “Hz. Peygamber şöyle buyurdu veya şöyle yaptı, yapardı” şeklinde cevap vermeleridir.
Dinin ilk muhatabı ve Allah’ın rızasını kazanmış bir nesil olarak onların bu tavrı bize örnektir. Onlar sünnet-i seniyyeyi müslümanlar için bir hidayet kaynağı, dini ilimler için de bağlayıcı bir delil olarak görüyorlardı.
Hatta, Efendimiz aleyhissalatu vesselam, sünnetinin bağlayıcı olduğunu göz önünde bulundurarak bazı amelleri emretmekten kaçınmıştır. Eğer bir amelin faziletli olduğunu bilmemizi isterse tavsiye mahiyetinde şöyle ifadelerde bulunurdu: “Ümmetimi meşakkate sokacağından endişe etmeseydim, yatsı namazını geç saatlerde kılmalarını emrederdim” (Buharî, Mevakît, 24)
Bundan anlaşılıyor ki Efendimiz aleyhisselatu vesselamın kesin emrettiği sünnetleri bağlayıcıdır. Ancak Allah-u Zülcelâl’in ve Resulünün engin merhameti gereği, ümmetin yükünü ağırlaştırmamak için onun sünneti, müekked sünnet, gayr-i müekked sünnet, mendup, müstehab gibi derecelere ayrılmıştır. Daha sonra gelen âlimler, gerek Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ifade ve uygulamasından, gerek ashabın telakkisinden bunların hükümlerini ayırt etmişlerdir. İşte bizim amellerimiz, bu temel kaidelere uygunlukları ile Allah katında değere kavuşmaktadır.
Sahih sünneti inkar etmenin veya küçümsemenin tehlikesi nedir?
Bir Müslüman için dünya hayatının yegâne değeri, ahiret için sermaye olmasıdır. Bunun için de akıllı bir Müslüman hayatının her sahasını ve her anını sevap kazanacağı şekilde yaşamak istemelidir.
Âlemlerin Rabbinin bize kulluğu emretmesi ve en sevdiği kulunu, Hazreti Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemi bize eğitici ve rehber olarak tayin etmesi çok büyük bir nimettir. Peygamber aleyhisselatu vesselama uyarak Allah’ın razı olduğu bir kul olmanın bütün inceliklerini öğrenme fırsatına sahip olacak ve ebedi mükafatına kavuşacağız.
Allah Resulünün sünnetlerini küçümsemek, böyle büyük bir fırsatı kaçırmaya sebep olduğu gibi, bütün amellerin de iptaline yol açar. Allah-u Zülcelâl açıkça uyarıyor:
“Ey îmân edenler! Allâh’a itâat edin ve Peygamber’e itâat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33)
Resulullah sallallahu aleyhi veselleme itaat etmemizi Allah Azz ve celle istediğine göre, itaat etmemek Allah’a isyan sayılır. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:
“…Resûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allâh’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (Haşr, 7)
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin hiçbir sünnetini ve edebini küçük görmemek, mümkün olduğu kadar ittiba etmek gerekir. Nasıl ki az bir sermaye ile iş kurmak isteyen insan, her kuruşuyla iyi kâr getirecek bir yatırım yapmak isterse şu fani hayatın her saniyesini ahiret kârı için değerlendirmek isteyen kişi de her anını salih amellerle değerlendirme gayretinde olacaktır. Bunun yegane yolu da sünnete uymaktır. Çünkü Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin sünneti hayatın her sahasına dair ölçüler getirir. Böylece de onlara uymakla sevap kazanma fırsatı sunar.
İnsan günlük hayatında yemek yer, uyur, giyinir, yolculuk yapar… Bu ve benzeri şekilde sevap getirmeyen ama insanın bedenî hayatı ve nefsanî ihtiyaçları için yapmak zorunda olduğu şeylere vaktini harcar. İşte bütün bunlarda Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine uymak devamlı sevap kazanmaya vesiledir. Mesela yemek yerken besmele ile, sağ elle yemek; hamd etmek ve benzeri sünnetlere uymakla sevap kazanılabilir. Uyurken sünnete uygun davranmak, onun okuduğu duaları okumak bir sevap vesilesi olur. Hayatın her alanında sünnetleri, okuduğu duaları, dikkat ettiği edepleri birer sevap vesilesidir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine uyarak sevap kazanmak insanın gücünü aşmayan suhuletli bir yoldur. Eğer Peygamber aleyhisselatu vesselamın gece ibadeti, zikri, dünyaya karşı zahid olup ahirete rağbetli olması, hayatını Allah’ın dinine hizmete adaması gibi sünnetlerine tam uyulacak olursa insan yüksek derecelere ulaşır. Zaten tasavvuf yolunun da gayesi budur.
Ashab-ı kiramın yolunu takip eden âlimler ve Allah dostları da Allah’a kulluk yolunda ihtiyaç duyduğumuz her türlü bilgi ve feyz kaynağının Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem olduğuna tam bir teslimiyetle kabul etmişlerdi.
Sünnet-i seniyye hem fıkıh gibi zahiri ilimlerin dayanağı olduğu gibi, tasavvuf gibi manevi ilimlerin de kaynağıdır. Alimler ve Allah dostları, hem dinin zahiri hükümlerinde hem de Batıni edeblerinde sünnete bağlılığı kurtuluşun yegane çaresi olarak görmüşlerdir.
İnsan gücü yettiği kadar Resule ittiba ederse, Allah-u Zülcelâl onun samimi niyetine ve gönlündeki Rasulullah muhabbetine sevap verecektir.
Son dönemde neden hadis ve sünnetlere saldırılıyor?
İslam dini, daha önce gönderilmiş olan Yahudilik ve Hıristiyanlığı nesh etmiş, hükmünü ortadan kaldırmıştır. Sahabeler Allah’ın hidayetini insanlara ulaştırmak için fetihler yaparak ve fethettikleri yerlerde ilim öğreterek ehl-i kitaptan çok sayıda kişinin müslüman olmasına vesile oldular. Bir asırdan az bir zaman içinde Kudüs, Diyar-ı Şam, Mısır müslümanlar tarafından fethedildi. İslam daveti İspanya’dan Çin’e kadar ulaştı.
Elbette Hıristiyan alemi bu sebeple İslam’a ve Müslümanlar’a karşı büyük bir düşmanlık hissetti. Birbiri ardınca Haçlı seferleri düzenlendi. Kudüs’te, Endülüs’te korkunç katliamlar yapıldı. Ama İslam ortadan kaldırılamadı.
Artık batı alemi İslam’ı askeri yollarla ortadan kaldırmak yerine etkisiz hale getirme yolunu seçti. Bunun için de kaleyi içten fethetme yöntemini kullanmaya başladı. Açıktan Haçlı seferleri ve fiilî işgallerden ziyade, hem ekonomik olarak sömürgeleştirme, hem de gençler üzerinde misyonerlik faaliyetleri yapılmaktadır. Ayrıca buna karşı direnci ortadan kaldırmak için Oryantalist adı verilen sözde İslam araştırmacılarının gayretleri ile İslam’ın en temel esasları üzerinde tartışma çıkarılmaktadır.
İslam’ı tahrif edip, etkisizleştirmenin yolu, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin ve onun mirasçısı alimlerin gücünü kırmaktır. Görünüşte “Bize Kur’an-ı Kerim yeter,” gibi bir söylemle ortaya çıkılsa da asıl maksat Kur’an’ı yalnızlaştırmaktır. Kur’an iki kapak arasında bir metin haline gelince onun lafızlarını istedikleri gibi tevil etme yolu açılacaktır.
Son zamanlarda bazı türedi ilahiyatçılar, İslami ilimleri batılı müsteşriklerin ifsat niyetiyle yazdığı kitaplar üzerinden okumaya kalktıkları için hadis-i şerifleri küçümser bir tutuma girmişlerdir. Halbuki onların akıl hocası olan Goldziher gibiler, sadece hadislere değil bütünüyle İslam’a eklektik bir kültür yığını gözüyle bakarlar. Onlar Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğuna da inanmazlar. (TDV, Goldziher mad.)
Ayrıca Kur’an’ın tefsiri, beyanı, hayata tatbiki olan Sünnet-i Seniyyeye uymak bizzat Kur’an’da emredilmiştir. Bu ayet-i kerimeleri okuyan bir kişi nasıl sünneti rafa kaldırır?
Allah Resulünün siyer ve sünneti, Kur’an-ı Kerim’in tefsir edilmesinde ve ondan hüküm istinbat edilmesinde ilk başvuru kaynağıdır. Kur’an-ı Kerim’de çoğu zaman hükümlerin detayları bildirilmemiştir. Bunun yanında ayetlerde bahsi geçen konunun ne olduğunu ve tatbikini, siret ve sünnet sayesinde anlarız. Yani sünnet, Kur’an-ı Kerim ifadelerini somutlaştırır ve en doğru şekilde anlaşılmasına vesile olur.
İlk dönem âlimler, fıkıh ilminin hüküm istinbat yöntemlerinden icma ve kıyas usulünün müdaafasını yapmak için deliller ileri sürdülerse de hiçbir zaman hadis ve sünnetin delil olma değerini izaha ihtiyaç hissetmemişlerdir. Çünkü bu savunmaya gerek olmayacak kadar açık ve ümmetin arasında maruf bir husustur.
Kur’an-ı Kerim’i hadis-i şeriflerden bağımsız olarak kendi aklıyla yorumlamaya kalkanlar nefsani hevanın yorumlarına kapı aralamış olacaklardır.
Buradan anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sünneti, itikad, amel ve ahlakımızın bozulmaması için sağlam bir sığınaktır. Nitekim Allah Resulü aleyhisselatu vesselam: “Size, iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe, asla sapıtmayacaksınız; onlar da: Allah’ın Kitabı ve benim sünnetimdir.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16) buyurmuştur.