* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Kalblerin Takvâsı  (Okunma sayısı 713 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Kalblerin Takvâsı
« : Mart 01, 2017, 01:16:44 ÖÖ »
Kalblerin Takvâsı

İmanın himayesine girerek nefsi günahlardan korumak, takvâdır. Takvâ, Allah’tan uzaklaştıran şeylerden uzaklaşarak elini, dilini, belini, gözünü, gönlünü, kulağını, ayağını haramlara dokundurmadan bir ömür yaşamaktır. Takvâ, kalbin amellerindendir. Kalbin amelleri cidden en mühim amellerdir. Mü’min kulun Allah katındaki derecesini yükselten amellerdir. Kendi imanlarının imtihanını verenler, takvâ elbisesine bürünerek korunurlar... Takvâ, her türlü ayrımcılığı, kavmiyetçiliği, bölgeciliği hâk ile yeksân eden bir kıstas-ı müstakimdir.

Takvâ, imanî kazanımların yekûnudur. Sahâbeleri takvâ zırhına bürünerek imanlarının kavgasını verdiler. Takvâ’nın Peygamberlerden sonra hakiki muallimleri, Hz. Muhammed (sav)’in sahâbeleridir. Ashâb-ı Kiram, takvâsı ne çok namaz kılmak, ne evlenmeyi terk etmek, ne de aç-susuz kalmaktı. Onların takvâsı uyumak, ancak gecenin bir kısmında kalkıp divana durmaktı. Onların takvâsı evlenmek, ancak harama uçkur çözmemekti. Onların takvâsı oruç tutmak, ancak sahuru geciktirip iftarda acele etmekti. Onların takvâsı ‘olmak’ temellidir; yapmaktan önce... Onların takvâsı imanın takviyesidir.

Onların takvâsı dinde aşırılık değil, itidaldir. Sahabe Efendilerimiz karşılaştıkları her meseleye, “Acaba bu konuda Rabb’imizin bizden istediği nedir?” sorusuna cevap arayarak yaklaşmışlardır. O’nun razı olacağı hususları öğrenmek için de Kur’ân’a başvurmuş, kelâm-ı ilâhîye karşı gönül kapılarını sonuna kadar açmış ve marziyâtını kelâmından anlama hususunda tarihte eşine rastlanamayacak bir cehd ve gayret göstermişlerdir. Bu gayretin muvaffakiyetle neticelendiğini ise Cenâb-ı Hak bildiriyor: “Birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar akan Cennetler hazırladı. Onlar oraya devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı budur!”(1)

Sahabeyi bir cümle ile anlatmak isteyenlerin söylemiş olduğu, “Onlar gece Ruhban gündüz Fürsân/Onlar gece rahip, gündüz atlıdırlar.” ifadesi çok önemlidir. Tarih kitaplarında ilk defa bu sözü, Müslümanlara esir düşen ve bir fırsatını bulup kaçan bir Rum askerine, bir sefer dönüşü İstanbul’a gitmekte olan İmparator Hirakl’ın, Müslümanların durumunu sorması üzerine söylediği rivayet edilmektedir. Esaretten kurtulan askerin ifadeleri şu şekildedir: “Onlar gündüz atlı savaşçı, gece ise rahiptirler. Zimmetlerindeki şeyin parasını vermeden ondan yemezler. Selâm vermeden içeri girmezler. Bir kavme baskın yapmadan önce karşı tarafı iyi araştırırlar.” Hirakl bunun üzerine şöyle diyor: “Eğer doğru söylüyorsan onlar ayaklarımı bastığım bu yerlere sahip olacaklardır.”(2)

“Onlar gece Ruhban gündüz Fürsân” ifadesinde sahabe mesleğinin birbirini tamamlayan iki temel özelliğine işaret edilmiştir:

1. Rahip zannedilecek kadar engin bir ibâdet hayatı yaşamak... Elbette buradaki ruhbanlık, dünyayla ilginin tamamen kesilmesi, hiç evlenmeme, halka karışmadan ömrünü inzivada geçirme, bazı şeyleri kendine haram kılma vb. anlamlar taşımaz. Burada ruhban kelimesi, sahabenin, diğer ibâdetlerin yanı sıra, özellikle gece ibâdetine gösterdikleri titizliklerini ifade etmek için kullanılmıştır. Bu kelimeyi ilk söyleyen kişinin bir Hristiyan olduğu hesaba katılınca, onları anlatmak için kendi kültür dünyasındaki en uygun kelimeyi kullandığı anlaşılacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu mânâya, “ehl-i kitap içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır”(3) âyetiyle işaret etmiştir.

2. İlâhî mesajı dünyanın her tarafına ulaştırma gayreti... Evvelkine geniş mânâsıyla mücahede, ikincisine de yine geniş anlamıyla cihat denilebilir. Aslında, Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem), “Bu ümmetin ruhbanlığı Allah yolunda cihaddır”(4)

Beyanı da buna işaret etmektedir. Evet, ümmet-i Muhammed’in maddeten ve mânen yükselişi dünyayı kesben terk etmekle değil, i’lâ-yı kelimetullah ile mümkündür. Dolayısıyla, müminlerin, zamanın fitnelerinden korkarak inzivaya çekilmek yerine, uygun bir üslûp kullanarak iyiliği emredip kötülükten sakındırmak suretiyle fitne ve fesadı ortadan kaldırma gayreti içine girmeleri tam bir sahabe mesleğidir. Zikredilen iki durum bir arada düşünüldüğünde şu anlaşılmaktadır: Samimi bir dava erinin mücahede ve uzleti, onun kalbî, ruhî, hissî ve şuurî tezkiyeye ulaşması açısından tamamen irşada hazırlanma gayreti sayılır. Bu mücahede ve uzletin ferdî ve sürekli olanı gece ibâdetidir.(5)

Sahâbe-i Kiram’in siyerinden anladığımız o ki; Takvâ orta yoldadır. Takvâ, sözde ve amelde adaletten ayrılmamaktır. Takvâ; Ruhbanlık değil, Rabbanîliktir. Takvâ kalplerin, gönüllerin azığıdır. Kalpler, gönüller bununla beslenir, bununla güçlenir, bununla aydınlanır. Hedefe varma ve kurtuluş dayanağı yalnız budur. “Akıl sahipleri” ise takvâ direktifini ilk kavrayanlar ve bu besin kaynağından en iyi biçimde yararlananlardır.

Takvâ; Şeairullah’a sevdalanmaktır. Şeairullahı sevmek demek, Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamber Efendimiz’i (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem), Ka’be’yi ve namaz gibi ibâdetleri, hattâ Allahü Teâlâ’yı hatırlatan her şeyi sevmek demektir. Bunlara gösterilen saygı da, onlar hakkındaki kusurlar da, Allah’a karşı yapılmış sayılır. Şeair, “şuur” kelime kökünden “şaîre”nin veya “şiâr”ın çoğuludur. Alâmet, nişane, iz ve belirti mânâlarına gelir. Nitekim savaş esnasında askerlerin kendi tarafındaki kimselerle haberleşmesi ve birbirlerini tanıması için daha önceden aralarında kararlaştırılmış olan söz, alâmet ve işarete de “şiar” yani “parola” denir.(6) Aynı zamanda bir akide, bir düşünce biçimi, bir fiil veya bir sistemi sembolize eden bir nesne veya onun temsilcisine, bir amblem görevi gördüğünden dolayı şiâr denilmektedir. Mesela resmî bayraklar, polis veya asker üniformaları, paralar, pullar vs. hükümetlerin şeairindendir. (7)

Istılahta ise, görülünce ve haklarında düşünülünce Allah Teâlâ’yı hatırlatan, onlara saygı göstermeye ve kulluk vazifelerini onlar vesilesiyle yapmaya davet edildiğimiz şeylere “şeair” denir. Bunlar dinde kutsal sayılan ve ifası istenilen şeyler, dinî emirler, remizler ve Allah’a ait nişanelerdir. Namaz, oruç, zekât, hac, Cuma namazı, namazı camilerde cemaatle eda, ezan, kamet, İslâm’ın müdafaası için Allah adına yapılan her türlü hizmet vs. gibi hususlar Allah’ın şeairindendir. Bir başka ifadeyle şeair, içtimâî hayatta İslâm dininin varlığını hissettiren, dinî yükümlülükleri hatırlatan işaretler bütünüdür.

Takvâ, Allah yolunda istikamet ve istikrar üzere Tuğyan, şirk, küfür, zulüm, ilhad ve haramlara karşı sipere girmektir. İslâm’ın gösterdiği dosdoğru yoldan giden, İslâmi şiarları koruyan, dinin kendisine yüklediği görevleri eksiksizce yerine getiren ve kendini böyle bir hayat tarzına alıştırma gayreti içinde olan kişi muttaki insandır.

Müslüman olarak bizim aksiyon ve düşünce hayatımızın temel dinamiği kalbî hayatımızdır; kalbî hayatımızı da din ve imanımızdan ayırmamız mümkün değildir. Takvâ kalbin amellerindendir. Takvâ, fert ve toplumun iman ve irfan hayatını besleyen olmazsa olmaz temel vesilelerdendir. Bu hususiyetiyle de İslâm toplumunun tümüne ait bir hak olup İslâm toplumunu diğer toplumlardan ayıran bir Şeair-i Rabbanî’dir. İşte Şeairu’l İslâm’a saygı, kalbin takvâsıdır. Yani kalbin takvâsı, dinullah’a saygıdır. Dinullah’a saygısı olmayanın takvâsı olmaz. Çünkü o kalbini kaybetmiştir.

Takvâ, dinde çok büyük bir şeydir. Bir çok Salih amel emredilirken güdülen maksadın takvâya ulaşmak olduğu beyan edilir. Takvâ olmadan salah meydana gelmez. Takvâ kişinin kendisiyle Allah’ın haram ettikleri arasında perde oluşturmasıdır.

Takvâ bir hayr hazinesidir. Takvâ; bir rızk-ı kerimdir, bir fevzi kebirdir, bir mülki azimdir. Dünya ve ahretteki bütün hayırlar toplanmış bu kelimeyle yani Takvâ ile ifade edilmiştir.

Takvâ küçük ve büyük demeden bütün günahlardan kaçınmaktır. Takvâ dinin esasıdır; yakîn mertebesine onunla kişi yükselir. Takvâ, kalblerin ve ruhların gıdasıdır; onunla necate vasıl olunur.(8)

 Kur’ân-ı Kerim’de kalbe nisbet edilen kavramlardan biri de takvâdır. Takvâ terimi, esas itibarıyla “herhangi bir şeyi ona zarar verecek şeylerden korumak” mânasına gelen vikaye mastarından türemiş bir isimdir. Lügatte, “Nefse zarar verebilecek her şeyden titiz ve ciddi bir şekilde korunmak ve sakınmak” anlamına gelir.(9)

Şer’î örfte ise; “Kişinin taatte bulunarak nefsini Allah’ın vikayesine koyması ve bu suretle ahirette zarar ve elem verecek şeylerden kendini iyice koruması” diye tanımlanır.(10) Takvâ ile ilgili daha başka tariflere de yer verilmiştir. Söz konusu tanımlardan bazıları şunlardır:

 -Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden uzak olmaktır.

 -Kulun, Allah’tan başka her şeyden sakınmasıdır.

 -Nefsin nazlarını terketmek ve yasaklardan uzak durmaktır.

Takvânın bir zahirî bir de bâtını mânası vardır. Zahiri anlamı, şeriatın çizdiği hudutlara riâyet etmek, bâtını mânası ise niyet ve ihlâsa dikkat etmektir.(11)

Takvâ, Peygamberlerin müşterek hedefidir. Çünkü bütün Peygamberler inkılâb ehli kimselerdi. İnklâblar kalblerde gerçekleşir. Peygamberler de önce kalbleri kazanmaya çalışmışlardır. Bunun için hep takvâya odaklanmışlardır. Niçin bütün peygamberler toplumlarını takvâya davet etmişlerdir? Çünkü kalbine takvâ duygusu yerleşmiş olan insan, kendine veya çevresine zarar verecek kötü davranışlarda bulunmaktan uzak durur. Harama el uzatmaz. Takvâ duygusu, onunla kötülükler arasına set çeker. Onu iyiliklere, güzelliklere, hayırlı ve sâlih amellerde bulunmaya sevk eder. Bu niteliklere sahip bir insanın başına polis veya jandarma dikme’ye ihtiyaç kalmaz. Çünkü bu nezih insanlardaki oto kontrol dediğimiz nefis muhasebesi, gözle görülmeyen bir polis veya jandarma gibi aktif bir şekilde faaliyette bulunur, onları her türlü kötü fiili işlemekten alıkoyar. Takvâ, Allah hakkında kalpte bulunan bilgi, korku ve saygı duygusuna bağlı olarak, kişinin Allah’ın çizdiği hudutlar çerçevesinde nefsini dünyevi ve uhrevi her türlü tehlike denkoruma ameliyesidir. Kalp, nefsi koruyacak takvâ melekeleri ile donatılmıştır.

Takvâ, mü’min kulun hayatını Allah’a karşı sorumluluk bilinci altında şekillendirmesidir. Bu işin de merkezi kalbtir. Kalbin kilitlerini açan takvâ, o nurun kalbe girerek vazifelerini yapmasını sağlar. Çünkü rabbimizin kitabı Kur’ân, takvâyı kalbe nisbet ettiği gibi(12) Hz. Peygamber de takvânın kalbde bulunduğuna işaret eder. (13)

Bu ise nefsi koruma melekelerinin kalbde bulunduğunun açık bir delilidir. Biz kalblerimizle imtihan olunuyoruz. Kalbin imtihanı takvâdır. Esasen insan olmak bir sınavdır. Ve insan olmak, sadece âlimlerin, abidlerin, şeyhlerin ve müridlerin işi de değildir. Herkes insanlık sınavındadır. Ve herkesin insanlık sınavında, Yaratıcı ile kalbî bağlılık, son derece belirleyici bir hadisedir. Yaratıcı ile ilişkide profesyonellik makamı diye bir şey yoktur. Kalbin takvâsı, Kur’ân’ın çağrısıdır. Kur’ân’ın çağrısı “Kalbine bak” çağrısıdır. Kendi kalbini imanına, dinine kazanamayan hiç kimseyi Allah’ın dinine kazandıramaz.

Kalp bir ülkenin kralı, herkesin itaat ettiği başkanı; diğer bütün organlar ise onun tebaası yerindedir. Kendisine uyulan kimse doğru olursa, uyan kimseler de doğru olur. Başkan istikamet üzere olursa halkı da istikamet üzere olur. Rasulullah (s.a.v.)’in şu hadisi tam bu konu için söylenmiş gibidir: “Vücudun içinde bir et parçası vardır, eğer o doğru olursa bütün vücut doğru olur; eğer o bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. Dikkat edin o et parçası kalptir.”(13)

Bütün vücudun ıslahı ve doğruluğu kalbe bağlı olduğuna göre, ona gereken önemi verip ıslah edilmesi gerekir. Kalp kulun sahip olduğu bütün değerli mücevherlerin ve önemli manevi değerlerin hazinesidir.

Kalblerin takvâyla kazanılması, saâdet-i dareyn cümlesindendir. Kalblerin takvâsı, “Allah’ın dini ne diyorsa doğru odur. Allah neyi emretmişse yapılacak, neyi nehyetmişse ondan da kaçınılacaktır” diyerek dinullah’a saygılı olmaktır. Rabbimiz buyuruyor:

”İşte böyle; kim Allah’ın şairlerini yüceltirse, şüphesiz bu kalblerin takvâsındandır.”(14)

Kalbler takvâdan mahrum kalırsa, bedenler dine uymaz. Toplumda dini duyarlığın sağlanması, kalblerin takvâyı kuşanmasıyla mümkündür. Takvâ sahiplerinin en önemli özelliklerinden biri, harama düşme endişesiyle şüpheli şeylerden uzak durmaktır. Sevenin en çok korktuğu şey, sevgilisini gücendirmesidir. Bu sebeple seven insan, sevdiğini gücendirmemek için büyük bir duyarlılık gösterir. Sevdiğini kırabilecek hareket ve tavırlar sergilemek şöyle dursun, onun en ufak bir sitemine yol açabilecek davranışlardan bile büyük bir özenle sakınır. Temelde kişinin Cenabı Hak karşısındaki duyarlılığını anlatan ‘takvâ’ teriminin taşıdığı anlamı, böyle bir benzetmeyle açıklayabiliriz. Yani takvâ, bir bakıma Yüce Allah’ı gücendirebilecek en ufak tavır ve hareketlerden sakınmayı ifade etmektedir. Hiç kuşkusuz bu, büyük bir duyarlılığın ifadesidir. İşte kelime anlamından hareketle ‘takvâ’ya ‘sakınma’ veya ‘korkma’ anlamları verildiği zaman, anlatılmak istenen, sevenin sevgilisi karşısında taşıdığı bu korku, endişe veya sakınmaya benzer bir sakınma veya korkudur. Yoksa takvânın karşılığı olarak kullanılan korku ve sakınma, bir zalimden sakınma veya korkma gibi değildir. Takvâ’nın, ‘dinen kötülük ve çirkinlik (isâet) içeren her şeyden uzak durmak’(16)

Şeklindeki tanımı, takvâ sahibi kişinin, büyük bir sevgiyle bağlandığı Yüce Allah’ı gücendirebilecek en ufak davranışlardan bile nasıl uzak durması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Kalplerine fitneleri içirmiş kimseler, Allah’ın dinine hizmet edenlerden sayılmazlar. Allah’ın dinine hizmetin şartlarından birisi de, Allah’a iman ile hidayet bulmuş bir kalbe sahip olmaktır.

Allahû Teâla kalplerimizi imtihan ediyor. Allah’a iman ile hidayet bulmuş kalplerin ıslahı için üç şey lazımdır. İlim, Amel ve Sohbet.(17)

Buradaki sohbetten maksad, imandan kaynaklanan ilim ve amel üzerinde yoğunlaşmak ve yardımlaşmaktır.

Kalblerin takvâsı, imanın ve dinin esaslarına sarılmakla gerçekleşir. Bu hususta özetle İbn-i Teymiyye (rh.a.) der ki:

“A’malü’l Kulûb, usulü’l iman ve kavaidü’d-Dindir. Mesela Allah ve Rasûlüne muhabbet, Allah’a tevekkül, dini Allaha has kılmak, Allah’a şükretmek, Allah’ın hükmü üzere sabretmek, Allah karşısında beynel havf ve reca. Bütün bu ameller din imamlarının ittifakıyla halkın üzerine vaciptir. İnsanlar bu hususta üç kısımdır: Nefislerine zulüm edenler, muktesid olanlar, Sâbiku’n bi hayrat/Hayırlarda öne geçenlerdir.”(18)

Kur’ân-ı Kerim’in Fatır Sûresi’nin 32. Âyetinde mü’minler, “Nefislerine zulmeden”, “Muktesid” ve “Sâbıkun bi’l Hayrat” olarak üç vasıfla anılmışlardır. Muktesid, emir ve yasaklara bazan uyan bazan uymayan, günahı da sevabı da bulunan mü’minlerin vasfıdır.

 Kalblerin takvâsı, İslâm ümmetinin en büyük sermayesidir. Çünkü “Takvâu’l Kulüb” tabiri Kur’ânî bir tabirdir; imanın ve ehl-i imanın takviyesidir. Savaşta ve barışta Müslümanları düşman karşısında ayakta tutan Müslümanlarda bulunup Müslümanların düşmanlarında bulmayan manevi mühimmattır.

Takvâ, ibâdetlerin kabul olunmasına sebeptir. Çünkü takvâ, Allah’a kulluk hususunda tereddütten kurtulmaktır. Kalbi İslâm’a ters olan düşüncelerden, fikirlerden arındırarak nefsin tezkiyesini sağlamaktır.

----------------------------------------------------------------------------

(1)   Tevbe Sûresi/100

(2)   Bkz: el-Bidaye ve’n-Nihaye, VII, 53; Tarih-i Taberî, III, 99

(3)   Âl-i İmrân Sûresi/113

(4)   Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 266

(5)   S. H. Affanî, Ruhbanu’l-Leyl 1-3, el-Cezire, 2002

(6)   İbn Faris, Mucemu’l-Mekayîs fi’l-Luğa, Sh: 528

(7)   Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’ân, (Maide, 5/5. âyetin tefsirinde) I/449

(8)   A’malü’l Kulûb (Muhammed Salih Müncid) Sh:285-287, Kahire/ 2005

(9)   bk. Râğıb, Müfredat, Sh: 530-531; İbn Manzur. Lisan. XV, 401 402; Âsim Efendi, Kamus. IV, 1221-1222
(10)   bk. Cürcânî, Ta’rifât. Sh: 65; Elmalılı, Hak Dini, l, 169

(11)   Tanımlar için bk. Kuşeyrî. Risale, s 105; Cürcânî, age. Sh: 65

(12)   el-Hacc Sûresi/32; el-Hucurât Sûresi/3

(13)   Sahih-i Müslim, Birr, 32; Sünen-i Tirmizî, Birr, 18

(14)   Sahih-i Buhârî, İmân, I/20; Müslim, Müsâkât, III/1220, Hadis nu. 1599; Ahmed b. Hanbel, IV/270; İbnu Mâce,

Fiten, II/1318-1319; Dârimî, Büyû’, II/245

(15)   Hacc Sûresi/ 33

(16)   Tehanevi, Keşşâf, II/1527

(17)   Terbiyetüna Ruhiyye (Said Havva) Sh:57, Beyrut/ 1979

(18)   Mecmu’l Fetava (İbn-i Teymiyye) C:10, Sh: 5-6

 


* BENZER KONULAR

Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:40:07 ÖS]


Böyle Sevdik Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:35:30 ÖS]


Dostluk Üzerine Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:27:16 ÖS]


Sevmek-Sevilmek Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:21:12 ÖS]


Sermayemiz takvamız olsun Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:14:00 ÖS]


Bize De Dua Yâ Rasulallah (S.A.V) Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:09:36 ÖS]


Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]