Namaz ve Takva
Yüce Rabbimiz Rum Suresinin 31. ayetinde mealen şöyle buyurur: “Bütün gönlünüzle O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının. Namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.”
Bu ayet-i kerimeyi tefsir eden Ebû’l-A‘lâ el-Mevdûdî, takvâ ile namazın ilişkisini çok güzel açıklar:
“Bütün gönlünüzle O’na yönelin”: Yani, kim bağımsız ve hür bir tavır takınıp gerçek Rabbinden yüz çevirmişse ve kim Allah’tan başkasına hizmet yolunu seçip gerçek Rabbine isyanda bulunmuşsa, bundan hemen ve kesinlikle vazgeçmeli ve doğuştan kulu olduğu bir tek Allah’a gönülden ibadete yönelmelidir.
“O’ndan korkup-sakının”: Eğer fıtraten Allah’ın kulu olduğunuz halde O’ndan tamamen bağımsız bir hayat tarzını seçmiş ve O’nun yanı sıra başkalarına kulluk etmişseniz bu nankörlük ve isyanınız nedeniyle şiddetli bir azaba uğratılacağınızdan korkmalı, takvayı kuşanmalısınız. Bu nedenle sizi Allah’ın gazabıyla karşılaştıran bu tür hayat tarzından kaçınmalı ve Allah’a karşı sorumluluklarınızın bilincine ermelisiniz.
“Namazı dosdoğru kılın”: Hem Allah’a yönelmek (inâbe) hem de O’nun gazabından korkmak (takvâ) kalbî ibadetlerdendir. Bunların açığa çıkması ve devamlı olması için böyle bir ruh hali kaçınılmaz olarak fiziki bir davranışa ihtiyaç duyar. Bu fiziki davranış kişinin bir tek Allah’a ibadete yöneldiğini başkalarına duyurduğu gibi aynı zamanda pratik deney ve uygulamalarla kişinin samimiyet ve takvasının gelişip beslenmesine de yardımcı olur. İşte bu nedenle Allah kalpteki değişikliği emrettikten sonra fiziksel bir davranışı yani namazın ikamesini de emrediyor. Bir fikir insanın kafasında sadece fikir olarak kaldığı sürece asla dengeli ve sürekli bir fikir olamaz. Ya yok olur ya da değişir. Fakat insan onu uygulamaya başlarsa, fikir onda kökleşir ve daha çok uygulama ile gittikçe sebat ve denge kazanır, öyle ki, bu fikir bir inanç haline geldiğinde kolayca yok olmaz. Bu noktadan bakıldığında, hiçbir davranış ve eylem, kişinin kendi nefsinde takvayı yani Allah korkusunu güçlendirmek için, günde beş vakit kıldığı namaz kadar etkili olmaz. Başka hareket ve eylemler, aralıklarla veya farklı durumlarda farklı şekillerde yapılır; fakat namaz öyle bir eylemdir ki, belli saatlerde ve sürekli o belirlenen aynı formda eda edilir. Ve insan her defasında Kur’an’ın öğrettiği İslâm’ı bir kez daha tekrarlar, böylece onu hiç unutmaz. Ayrıca hem müminler hem de kâfirler, insanlar arasında kimin isyandan vazgeçip gerçek Rabbe itaat yolunu seçtiğini bilmek zorundadır. Müminler bunu bilmeliler ki, bir cemaat ve toplum oluşturabilsinler; Allah yolunda birbirleriyle yardımlaşabilsinler, hatta içlerinden biri dinde gevşeklik gösterse, hemen hepsi bunu anlayabilsin. Kâfirler de bunu bilmelidirler ki, birçok kimsenin tekrar tekrar samimiyet ve tevazu ile gerçek ilaha yöneldiklerini gördüklerinde uyuyan fıtratları uyansın ve Allah’ın itaatkâr kullarındaki bu şevki görerek takvayı kuşansınlar. Bu her iki amaç için de namazın ikame edilmesi en etkili araçtır.
Burada, “Namazı dosdoğru kılın” emrinin, Mekke’de iken Kureyşli müşriklerin bir avuç Müslümana işkence yaptıkları dönemde geldiğine dikkat edilmelidir. Bu işkenceler bu emirden sonra dokuz yıl kadar daha devam etti. O sıralarda henüz İslâmî devlet söz konusu değildi. Eğer bazı cahil kimselerin düşündüğü gibi İslâm devleti olmaksızın namaz kılmanın bir anlamı yoksa veya Hadis inkârcılarının iddia ettikleri gibi “ikâme-i salât”, namaz kılmak değil Nizam-ı Rububiyet’i (Allah’ın ahkamına dayalı düzeni) kurmak anlamına geliyorsa o zaman, o dönemde indirilen Kur’anî emir anlamsız olurdu. Gerçek şu ki; Resulüllah (sa) ve Müslümanlar bu emir geldikten sonra dokuz yıl boyunca, bu emre güzelce uydular (Tefhimü’l-Kur’ân) ve namazdan güç alarak zulme karşı kahramanca direndiler.
Burada emirlerin -cemaatin gerekliliğine işaret olmak üzere- çoğul kipi ile geldiğini belirten Elmalılı da ayeti şöyle anlar: ‘Allah fıtratına, o tevhide öyle sarılın ki, hepiniz tevbe ve ihlâs ile Allah’a dönüp yönelerek O’ndan korkun, namazı güzel kılın ve müşriklerden olmayın. Amellerinizi yalnız Allah için yapın, açık veya gizli bir şirk karıştırmayın.’ (Hak Dini Kur’ân Dili)