Peygamberimizin(s.a.v.) Eşsiz Tevazuu
tevazu, Arapça’da “koymak” manasına gelen “veza’a” kökünden türemiştir. Genel manası bir şeyi, daha düşük dereceye koymak, derecesini alçaltmaktır. Tevazu ise kendi nefsini alçak tutmak, aşağı görmek, kibirlenmemek manasına kullanılır. Türkçede bu mana, alçak gönüllü deyimi ile ifade edilir.
Kuran-ı Kerim’de tevazu birçok farklı kelimeyle ifade edilmiştir. Bunlardan biri; “hevn”dir. Hevn kelimesi, başka ayetlerde, değer vermenin zıddı; hor ve hakir kılmak manasında da kullanılmıştır. “…Allah kimi hûn ederse; (hor ve hakir kılarsa) artık ona ikram edecek yoktur…”(Hacc,18)
Buna göre hevn, kendini yüksek görmemek, alçak gönüllülük, sakinlik, yumuşak huyluluk ve ağırbaşlılık anlamlarına gelir.
“Rahman'ın(has) kulları onlardır ki, yeryüzünde hevn (tevazu) ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) "Selam!" derler, (geçerler)” (Furkan, 63)
İbn-i kesir tefsirinde hevn, alçak gönüllülük olarak açıklanmış ve şu ayet buna delil olarak gösterilmiştir: “Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Şüphesiz ki sen, ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsra; 37)
Elmalılı Hamdi Yazır da, “Mağrur, kibirli, saygısız, kaba ve haşin değil; sükûnet ve vakar ile alçak gönüllü bir şekilde terbiyeli, nazik ve yumuşak yürürler. Etraflarını sıkıntıya sokmaz, eza vermez, sendeler gibi gitmez, hesaplı, saygılı, merhamet tavrıyla güven ve huzur yayarak giderler.” İfadeleriyle yorumlamıştır.
Kuran-ı Kerim’de hevn kavramının zıddı ise, şu ayette ifade edilen haldir:
“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah, hiçbir kibirleneni, övüneni sevmez” (Lokman, 18)
Nazar Ber Kadem
Dikkat edilirse, Kuran-ı Kerim’de tevazu ve kibir kavramları çoğu zaman yürüyüş ile temsil edilmiştir, ya yeryüzünde tevazu ile yürümek veya tam zıddı şımarık, çalımlı, havalı yürümek…
Yürümek bir yerde kişinin ruh halini gösteren beden dilinin bir parçasıdır. Bazı insanlar önüne bakarak, mütebessim bir çehre ile, sükunetle, karşılaştığı kişilere selam vererek yürür. Nakşibendi yolunda yürüyüş esnasında gözün ayak ucuna bakması bir edeb talimi olarak benimsenmiştir. Çünkü bu başkalarının kusurlarına veya mahremlerine bakmadan kendi yoluna bakmak, kendi yürüyüşüne odaklanmak manasına gelir. Ayak kişinin en aşağı uzvudur. Gözün ayakta olması, kişinin kendisine bakarken en aşağı en bayağı yönlerini göz önünde bulundurması manasına da gelir.
Yürüyüşte takınılan eda, yolda karşılaşılan kişilere karşı takınılan tutum, hep kalpteki halin ifadesidir. Hatta tevazu’un bir adı da “yüzü yerde olmak”tır. Yüzü yerde olanın gönlü de yerdedir; kendini yerle yeksan görür. Bu sebeple karşılaştığı herkese değer verir, herkes hakkında hayır düşünür.
Bunun yanında yürüyüşü, hal ve gidişatın, hayat ve hareket tarzının bir temsili olarak da yorumlayabiliriz. Bu manada hevn ile yürümek, yeryüzünde düşüne taşına, ölçe biçe, Allah'ın gazabına uğramaktan çekine çekine hareket etmek demektir. Bu da hem Allah'ın kulu üstündeki hakkına, hem de Allah'ın kullarının kul hakkına riayet etmeyi gerektirir. İnsanın böyle haksızlık yapmaktan çekinerek davranmasının temelinde yine kendi nefsini kimseden üstün görmemek prensibi bulunur. Bütün bu meziyetlerin hepsini en kâmil manada Peygamberimizin ahlakında görmek mümkündür.
“Beni Kullukla Şereflendir”
Üstün bir ahlak örneği olan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hayatına baktığımız zaman onun Allah'a karşı da, kullarına karşı da en mükemmel tevazu örneğini ortaya koyduğunu görürüz. Çünkü o Allah katındaki yüceliğine rağmen çok büyük bir tevazu gösteriyor, Allah'a karşı kulluk etmeye doyamıyor, O’ndan gelen her şeye razı oluyor, nefse ağır gelen eza ve cefalara sabrediyor, asla isyan etmiyordu. Bu eşsiz tevazuu sayesinde Peygamberimiz, Rabbi katında öyle yüceldi ki, Miraç gecesi Allah-u Zülcelâl ona: "Ya Muhammed! Seni ne ile şereflendireyim?" buyurdu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yine kulluk edebine yakışır bir cevap verdi; "Ya Rabbi! Sana kul olmak istiyorum!"
O, Allah'a kul olmanın ötesinde bir şeref olmadığı bildiği için Allah'tan kulluk istedi. Böylece Allah'ın sevgili kulu, Habibi oldu. İsrâfil aleyhisselam O’nu: ''Şüphe yok ki, Allah, tavâzu gösterdiğin o şeyi de sana vermiş bulunuyor, Kıyamet günü Âdemoğlunun Seyyid'i sensin! Yer'in kendisi için yarılıp kabrinden ilk çıkacak ve ilk şefaat edecek olan da Sensin!'' diye müjdeledi.
Peygamberimiz insanlara karşı da çok alçak gönüllüydü. Risalet vazifesi verildikten sonra da sıradan bir insan gibi ve hatta daha da mütevazı bir hayat yaşıyordu.
Hz. Aişe Validemizden rivayet edilen bir hadiste şöyle buyruluyor: “Allah Resulü evinde, herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder, ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu.” (Buhari, Nafakât, 8
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın yanına gelen ve heybeti karşısında titreyen insana, “Kardeşim, korkma, ben de senin gibi, anası kuru ekmek yiyen bir insanım” (İbn Mace, Et’ime, 30) diyordu.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Ashab-ı Kirâm’ı arasındayken, kendisine ayrıcalık yapılmasından hoşlanmaz, onlardan biri gibi davranırdı. Mesela seferlerde bir iş yapılırken, Hz. Peygamber de herhangi biri gibi, işlerden birinin ucundan tutardı. Hatta ateş yakmak için odun toplamak, inşaat için kerpiç taşımak gibi işleri dahi yapmaktan çekinmezdi. Sahabiler "Yâ Resûlallah! Biz senin işini de görmeye yeteriz! (Senin kendini yormana gerek yok!)" dedikleri zaman “Sizin benim işimi de görmeye yeteceğinizi biliyorum. Fakat ben size karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah, kulunu ashabı arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz." buyurdu. (Kastalani, Mevâhibü’l-ledünniye, c. 1, s. 385.)
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam kendisine başvuran aciz ve yoksulların işleriyle meşgul olur, onları memnun ederdi. Fakirlerle oturmaktan hoşlanırdı. Allah'ın rızasını arayarak hicret eden, kendisini ilme ve ibadete vakfeden fakir muhacirler mescidin bitişiğindeki suffada yaşarlardı. Allah'ın Resulü onlarla birlikte zaman geçirir ve onlara teselli verirdi.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in evinde ancak dört kişi tarafından taşınabilecek büyüklükte bir kazan vardı. Öğle yemeği vakti gelince bu kazan getirilir, suffe ashabı onun çevresine dizilerek Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'le birlikte ondan yerlerdi. Bazan o kadar kalabalık olurdu ki, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem oturmaya yer bulamayıp çömelirdi. (Ebu Davud)
Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: Allah'ın resulü yaslanarak yemek yemezdi. Bir gün "Ya Rasulellah! Allah beni sana feda kılsın. Bir şeye yaslanarak yemek ye, çünkü bu senin için daha rahat olur." dedim. Bunun üzerine Rasulullah: "Hayır! Ben kulun yemek yediği gibi yer, kulun oturduğu gibi otururum." dedi. Bir rivayete göre “Cebrail bana gelip: 'Rabb'in sana selam edip: Dilersen kul nebisi, dilersen mülk nebisi ol, diyor.' dedi. Cebrail'e baktım. Bana: Alçak gönüllü ol, diye işaret ediyor. Ben de: 'Kul nebisi olmak istiyorum.' dedim." (İmam Ahmed, Musned, 11, 231)
“Benden İyi köle mi Olur!”
Peygamberimizin ashabı da onun ahlakıyla ahlaklanmıştı. Hz. Ebû Bekir radıyallâhu anh, Allah ve Rasûlü’nün yanındaki üstün derecesine rağmen halifeliğe seçildiği zaman hutbesine: “Ey insanlar, en hayırlınız olmadığım halde başınıza emir tayin edilmiş bulunuyorum.” Diyerek başlamıştı. Hilafet görevi süresince eskiden yaptığı gibi yetim kızların koyunlarını sağıvermiş, kılık kıyafet ve hayatında hiçbir değişiklik yapmamıştı. (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80)
Hz. Ömer bir gün eteğinin beline dolamış, koşuyor, bir yandan da “Yetişin, Müslümanların malı olan bir deve kaçtı onu yakalayalım” diye sesleniyordu. Onu görenler, “Ey Emir’el-müminin, siz niye sahmet ediyorsunuz, bir köle vazifelendirseniz olmaz mı?” dediler. O ise “Benden iyi köle mi olur?” diye cevap verdi.
Hz. Selman-ı Farisi radıyallâhu anhu Medâin valisiyken o kadar mütevazı giyinirdi ki, bir tüccar onu hamal zannedip yükünü taşımasını teklif etmişti. O da itiraz etmeyip yükü sırtına yükledi. Halk koşup tüccara durumu îzah edince adam özür dileyerek yükü indirmeye çalıştı. Selman radıyallâhu anhu ise sırtından indirmeyip yükü gideceği yere kadar taşıdı. (İbn-i Sa’d,IV, 88)
Sahabe-i kiramın her biri bir tevazu abidesiydi. Onlar nefislerinin kabarmasına karşı çok hassas idiler. Hendek savaşında müşrikler Medine’yi kuşatma altına almış, Müslümanların siperlerine ok yağdırıyorlardı. Bir ara iri yarı, kuvvetli bir adam atıyla hendeğin dar bir yerinden atladı ve kendisiyle teke tek vuruşacak bir yiğit istedi. Hz. Ali radıyallahu anh, adamın karşısına dikildi ve önce onu İslam’a davet etti. Adam kabul etmeyince vuruşmaya başladılar. Hz. Ali korkusuzca hamlelerle bu güçlü adamı atının üstünden düşürdü ve elinde kılıcıyla üzerine çöktü. Müslümanlar sevinç içinde tekbir getiriyorlardı.
Yenik düşen adam artık kurtulmaktan ümidini kesince bari işini hemen bitirsin, esir almasın veya işkence yaparak öldürmesin diye Hz. Ali’yi öfkelendirmek istedi. Bu niyetle hışımla Haydar-ı Kerrar’ın mübarek yüzüne tükürdü.
Hz. Ali, adamın bu hareketi karşısında bir an durdu. Sonra düşmanın boynuna indirmek üzere kaldırdığı kılıcı sakince indirdi ve adamın üzerinden kalktı. Geri çekilirken kılıcını kınına koyarak onunla savaşmaktan vazgeçtiğini, onu salıverdiğini gösterdi.
Düşmanı ise onun böyle davranmasına çok şaşırmıştı. Sordu;
- Neden beni öldürmedin? Hz. Ali radıyallahu anh:
- Ben seninle Allah için savaşıyorum. Ancak yüzüme tükürmüş olman birden nefsime dokundu ve beni öfkelendirdi. O öfkeyle seni öldürürsem nefsimin gururu için öldürmüş olurum, diye çekindim.
İşte sahabenin ve ehlibeytin yüksek ahlakına güzel bir örnek… Hz. Ali gibi “Allah'ın Aslanı” unvanını hak etmiş bir yiğit sahabe dahi nefsinin gururu konusunda böyle hassastı. Onlar kâfirlere karşı savaştıkları anlarda bile nefislerini ayakaltına alma hassasiyetini kaybetmiyorlardı.
Hâlbuki Allah-u Zülcelal ashabı kiram hakkında; “Muhammed, Allah'ın peygamberidir ve onunla beraber bulunanlar, kâfirlere karşı çetindirler, kendi aralarında merhametli…” (Fetih; 29) buyuruyor. Bundan anlıyoruz ki Müslümanlar kâfirlere karşı; onlar karşısında zillete düşmemek için izzetli, onurlu olmalıdır. Ancak onlar imandan gelen izzetten nefsin kibrine geçiş yapmamak için böyle hassas davranıyorlardı.
Mümin kardeşlerine karşı ise şefkat kanatlarını indiriyorlar, damlanın denizde eriyip yok olduğu gibi nefislerini eritip, ümmetin içinde kendilerini bir hiç mesabesinde görüyorlardı.
Onların ahlakı bizim için en güzel örnektir.
Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem, bir hadis-i şerifinde buyuruyor; “Allah Teâlâ bana: Birbirinize karşı öylesine alçak gönüllü olun ki, hiç bir kişi diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiç bir kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın diye vahyetti.” (Müslim, cennet 64; Ebû Dâvûd, edeb 48; İbn Mâce, zühd 16)
Nefis kendini üstün ve değerli görme eğilimine sahiptir. Bu da insanı başkalarının haklarına karşı körleştirebilir. Öyleyse biraz nefsimize haddini bildirmeliyiz ki mümin kardeşlerimizle muamelelerimizde ölçüyü aşmayalım, kul hakkı hassasiyetimizi kaybetmeyelim.