* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Tasavvufta Vakit Kavramı  (Okunma sayısı 455 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

anadolu

  • Ziyaretçi
Tasavvufta Vakit Kavramı
« : Ağustos 09, 2018, 10:29:27 ÖÖ »
Tasavvufta Vakit Kavramı

Hepimizin hükmüne tâbi olduğumuz, bazen yetişemediğimiz, bazen geçmek bilmeyen, bazen ise su gibi akan zaman, hepimizin hayatında çok tanıdık bir kavramdır. Her şeyin hakikatini anlamaya çalışan mutasavvıflar zamanı da günlük hayattaki algımızdan farklı şekilde yorumlanmışlardır.

Kur’ân-ı Kerim’de zaman kelimesi lâfzî olarak geçmemektedir. Ancak zaman ile ilgili olarak “asr”, “yevm”, “dehr”, “hin”, “sermed” gibi farklı ifadeler yer almaktadır. Asr Sûresi’nde Allah ‘asr’a yemin etmektedir. Hz. Peygamber ise, “Dehre sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır (veya Allah dehrdir)” buyurmuştur. Hadid Sûresi’nde “O Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O her şeyi bilendir.” denmektedir. O, evvel ve âhir olan ise, şu an nedir? Şu an bir sonraki ânın evveli ve bir önceki ânın âhiridir. Öyle ise şu an da O’dur diyebilir miyiz?

İlk dönem sûfîlerinden Ebu Nasr Serrâc, el-Luma adlı eserinde vaktin geçmişle gelecek arasındaki ‘nefes’ olduğunu ifâde eder. Mutasavvıf için tek bir vakit vardır ki o da içinde bulunulan ‘an’dır. Geçmiş ve gelecek endişesi taşımadan ânın gereği neyse onu yapmak esastır. Bunu yapabilmek ise emin ve teslim olmayı gerektirir.

 Ebu Ali Dekkâk ise bu hususta şöyle demiştir:  “Vakit, içinde bulunduğun haldir. Eğer sen dünyada isen (zihnin, kalbin dünyevî düşüncelerle dolu ise) vaktin dünyadır, eğer âhirette isen vaktin âhirettir. Eğer neşeli isen vaktin neşe, hüzünlüysen vaktin hüzündür.”

Mutasavvıflara göre akıllı kimse o an ne gerektiriyorsa onun hükmünce hareket eder. Sûfî, nefsin hükmünden kurtulup hâdiselerin arkasındaki hakîkati idrak ettiği anlarda diri, nefsine mağlup olduğu anlarda ise ölü hükmündedir. Kenan Rifâî, bu kişileri seyirlerini Allah’la yapan kimseler olmalarına rağmen, vaktin mahkûmu olarak tanımlar. Dereceleri büyük olsa da sağlam bir inanış ile şüphe ve ikilik (temkin ve televvün) arasında bocalarlar.  Bu kimselere “ibnü’l vakt” (vaktin oğlu) denilir.

Oysa her nefes Hak ile bir ve beraber olup vücut hükmünden kurtulmuş Allah velileri vardır ki Kenan Rifâî bu kişilerden şöyle söz etmektedir: “Zaman ve mekân bağlarından kurtulup Allah’ta bâki olma derecesine eren fâniler vardır ki, bunlara ârif-i vâsıl denir. Onlar zamanın hakikatine erdikleri için vaktin hükmü altından kurtulmuş, hatta zamanı kendi hükümleri altına almış velilerdir. Tasavvufta bu dereceye erenlere “ebu’l vakt” (vaktin babası, zamanın efendisi) denir.

İbn Arabî’ye göre ilâhî isim ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hâli ve tesiri o kişinin vaktidir. Bu âlemde bulunan canlı ve cansız her şey zamanın hükmündedir. Kevn ve fesad (oluş ve bozuluş) âlemi olan bu evrende her şey zamanın hükmünce değişmeye, bozulmaya ve yeni bir forma geçmeye mecburdur. Eşya, insanlar, doğa sürekli değişir. Biz ise her an olan bu değişimi fark edemeyiz. Her şey aynı görünür. Oysa bu sadece bizim görmemizin eksikliğindendir. İbn Arabî yaradılışın Pazar günü başlayıp Cuma günü tamamlandığını, bizim ise tamamlanmış olan âlemi Cumartesi günü idrak ettiğimizi söyler. Ancak bu oluş ve bozuluş çok hızlı olduğu için bizim cüz’î aklımızın bunu idrak etmesi imkânsızdır. Mesnevî-i Şerif’te Mevlânâ şöyle demektedir:

“Bil ki her lâhzada ölüm ve ri’cat vardır. Mustafa: “Dünya bir andan ibarettir.” buyurur.

Cümle âlem her an yok olmadadır. Bir yandan da (her an zuhur ettiğinden) bâkî görünmektedir.

Âlemin varlığı her nefes gidip gelmededir. Tek nefes bile bu soyunup giyinmeden uzak değildir.”

Ucu ateşli bir dalı süratle sallarsan, o ateş noktası sana uzun (bir çizgi gibi) görünür.

Ömrün uzun görüntüsü de Allah’ın sunumunun sürat ve kudretindendir.

Bu sürat ömrü uzun ve dâimî gösterir.”

İbn Arabî vakti başka bir tanımında “Vakit, iki yokluk arasında var olan bir durumdur.” der. Öyle ise tek gerçek şu andır.

 Her nefes ilâhî tecelliyi idrak ederek buna göre yaşayan zümrenin Allah katında mutlulardan olduğunu belirten İbn Arabî, onlar göz açıp kapama süresinde dahi Allah’tan gafil olmazlar, der. Ancak burada bir ayrım yapan İbn Arabî, bir grubun Allah’ın eşya hakkındaki hükmünden habersiz kaldığını söyler. Bunlar huzur sahibidirler, ancak hüküm sahibi değildirler. Ancak Allah’ın eşyadaki hükmünü bilen çok az sayıda şanslı kul vardır ki, bunlar hem huzur hem hüküm sahipleridir. Bu şanslı kullar mutluluk kazandıran “vaktin sahipleridir.” Bu kişiler Rablerinin huzurunda sürekli yakarış halindedirler, halleri ile dâimî namazda olan bu ârifler her nefes ve zamanın kendisine has isim tecellisini idraktedirler. Böylelikle sürekli Rabbleri hakkında sahip olmadıkları yeni bir bilgiyi elde ederler. Sâhib-i vakt dünyadaki her şeye her an şâhit olmaktadır, çünkü aslında bunlar ruhunun bir çeşit yansımasıdır. Kutub makamında olan bu kişiler Hz. Muhammed’in vârisidirler ve zaman ve mekân boyunca yaratılmış her şeye şâhit olmaktadırlar.

 Kur’ân-ı Kerim’de İslâm’ın şartları ile vakit arasındaki bağlantı da dikkat çekicidir. İslâm’ın şartı olan ibâdetler (namaz kılmak, hacca gitmek, oruç tutmak ve zekât vermek) belirli bir zaman şartına bağlanmıştır. Vakit, farz olan bu ibâdetlerin olmazsa olmaz şartıdır.  Öte yandan namaz ve zekât bahislerinin pek çok âyette birlikte geçtiğini görmekteyiz. Örneğin Bakara Sûresi’nin 43. âyeti “Hem namazı dosdoğru kılın, zekât verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.” derken Tevbe Sûresi’nin 5. âyeti “Eğer tövbe eder, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse onları serbest bırakın.” demektedir.

Benzer bir ifadeyi Meryem Sûresi’nin 55. âyetinde görmekteyiz:  “Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabb’inin katına hoşnutlukla ermişti.”

Hucrevî ve Ankaravî’ye göre malın zekâtı olduğu gibi, her nimetin kendine göre bir zekâtı vardır. Vakit de önemli bir nimet olduğu için zekâtının olması fevkalâde normaldir. Zekât ve vakit konusunda, İbn Arabî Fütûhât-ı Mekkiye’de fitre konusunu açıklarken “sadaka toplayıcısı”nı içinde bulunulan vakit olarak şerh etmiştir. Onun hoşnut edilmesi, getirdiği şeye göre hâlinin gereğiyle onu karşılamaktır, diyerek vakit ile zekât/fitre konularını ilişkilendirmiştir.

Namazın vaktinde kılınmasının önemini düşündüğümüzde içinde bulunulan vaktin zekâtının o vaktin namazını kılmak olduğunu söyleyebilir miyiz?

İslâm’ın diğer bir şartı olan kelime-i şehâdet getirmek için, diğer 4 şartın aksine, belirli bir zaman farz kılınmamıştır. Kelime-i şehâdette Allah’ın ilâhlığına şâhitlik ettiğimizi söyleriz. Oysa kaçımız her an gerçekleşen, vücut bulan tecellileri idrak ederek vakti olması gerektiği gibi yaşayabiliyoruz? Biraz önce belirttiğimiz üzere andaki tecellileri idrak ederek Allah’ın hükümlerine her an şâhitlik edenler ancak insan-ı kâmillerdir ki, bu halleri ile gerçek şehâdeti gerçekleştirmektedirler. Bu şehâdet herhangi bir zaman ve mekân ile sınırlanmamıştır. Bizlerin kelime-i şehâdeti taklit iken onlarınki hakikidir.

Daha önce belirttiğimiz üzere, Serrac, vaktin geçmişle gelecek arasındaki ‘nefes’ olduğunu söylerken, pek çok ilk dönem sûfîsi tarafından vakit, içinde bulunulan hal olarak tanımlanmıştır. İbn Arabî ise “İlâhî isim ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hâli ve tesiri o kişinin vaktidir. Kendisi ile olduğun şey senin istidâdındır.” demektedir.

Öyleyse aldığımız her nefes sırasında nasıl bir idrak seviyesinde isek, içinde bulunduğumuz ânı o mertebeden yaşıyoruz. Bu durumda dünya üzerindeki herkesin vaktinin aynı olması mümkün değildir ki, bu, aklımıza sûfîler tarafından çokça kullanılan “Allah’a giden yollar mahlûkların nefesleri sayısıncadır.” ifadesini getirmektedir: Herkes istidâdına, isim ve sıfatların kendi üzerindeki etkisine göre vaktini yaşıyorsa, yanlış, abes, çirkin bir şey olması mümkün müdür? Öyle ise her şey yerli yerindedir ve tam da olması gerektiği gibidir.

anadolu

  • Ziyaretçi
Ynt: Tasavvufta Şükür Kavram
« Yanıtla #1 : Ağustos 09, 2018, 10:38:42 ÖÖ »
Tasavvufta Şükür Kavramı

Tasavvuf günümüzde düşünce yapısı, hayat tarzı, terbiye biçimi ile dinî hayâtın ve kültürün ayrılmaz bir parçası ve insanların ilgi odağı olmuştur. Tasavvuf, Peygamber ahlâkını örnek alan, Allah ve Peygamber’i sevmekle bütün insanları sevmeyi hedefleyen, insanlara hizmet etmeyi amaçlayan bir yaşam şeklidir. İnsanlar tarafından olumlu görülen duygu, düşünce ve davranışların daha da geliştirilmesi veya beğenilmeyen davranışların düzeltilmesi tasavvufun konusu olmuştur.

Bu davranışları günlük hayâta geçirmek isteyen gerçek mutasavvıf, dünyaya hakkını veren, kendisine verilen her güzelliği hâlinde ve üzerinde gösterip onun şükrünü ödeyen ve aynı zamanda âhirete de aynı değeri verendir. Dünya hayâtı ve âhiret hayatı dengede olunca bize düşen görev de her konuda daha iyisini yapmaya çalışmak olmalıdır. Bu da gayret ile olur. Gayret edip en iyisini yapmaya çalıştıktan sonra, sonuca rızâ göstermek ise şükürdür. Şükretmek de huzur bulmak demektir.

Başımıza gelen olumlu veya olumsuz olsun her hadisenin altında hikmetler vardır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır. “Müminin durumu ne kadar şaşırtıcıdır. Zira her işi onun için hayırdır. Üstelik bu başkasına değil, sadece mümine has bir durumdur.

Onun memnun olacağı bir şey gelse şükreder; bu hayırdır. Hoşlanmadığı bir zarar gelse sabreder; bu da onun için hayır olur.”

Nimetlerin en büyüğü nedir diye hiç düşündünüz mü? Akl-ı selîm kişiler, insan olarak yaratılmanın en büyük nimet olduğunu bilirler. Yüce Allah bize el, ayak, göz, kulak gibi organlar ve akıl vermiştir. Yediğimiz yiyecekler, soluduğumuz hava, bize sunulan bütün tabiat varlıkları hep birer nimettir.

Allah Teâlâ, “Ama kullarım içinde şükreden azdır.”  buyurmuştur. O halde

bize küçük bir iyilik yapana teşekkür ediyorsak, bizi mükemmel biçimde yaratan, sağlıklı bir vücut veren, herkese kendine has özellikler bahşeden, esirgeyen, koruyan Allah’a da teşekkür etmemiz gerekmektedir.

Sâmiha Ayverdi nimete şükür ile ilgili şöyle demiştir: “Geçen gün elimden anahtarımı düşürdüm. Şöyle elimle yokladım bulamadım. Onun üzerine eğilerek baktım, biraz ileride, halının püskülleri arasına girmiş; aldım ve Allah’ın iki görücü göz vermiş olmasına şükrettim. İnsanoğlu, kendisine ihsan olunmuş nimetleri ne derece kanıksamış…Sade bunların şükrünü edâ edebilse öyle bahtiyar olacak ki…”

İmam Gazzâlî, İhyâü Ulûmi’d-Dîn adlı eserinde konuyu şöyle açıklar:

İnsan başına gelen her türlü sıkıntı ve darlık karşısında çok sabırsızdır. Allah’ın nimetlerinin hepsini unutur, mahrûmiyetini göz önüne getirir ve bu mahrûmiyeti ile yatıp kalkar. İnsan tabiatı itibârı ile rahata meyleder ve alışır. İçinde yaşadığı nimetler onun için kazanılmış bir hak gibi olur. İnsan o nimete sahip olduktan sonra daha iyisini, daha çoğunu ve daha büyüğünü ister. Bu isteği ve rahatı, onu kendisine bu nimeti veren Allah’a şükretmekten alıkoyar.

İbn Atâ’nın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

Hz. Ayşe’nin (r.a) yanına vardım. Ona “Bize Allah Resûlü Muhammed’den (s.a.v.) gördüğün en ilginç şeyi söyler misin?’’ dedim. Bunun üzerine ağladı ve anlatmaya başladı: “Bir gece kalktı ve çokça su kullanmadan abdest aldı. Sonra namaz kılmaya başladı. Gözyaşları göğsüne akana kadar ağladı. Sonra rükûa gitti, yine ağladı. Secdeye vardı, yine ağladı. Başını secdeden kaldırdı, yine ağladı. Böylece ağladı durdu. Sonunda Bilâl geldi ve namaz vaktini bildirdi. Bunun üzerine ben ‘Ya Resûlullah, Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı halde neden ağlıyorsun?’ dedim. Şöyle cevap verdi: ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’

Şükür nimetin Allah’tan geldiğini bilmek, O’nun nimetine nâil olduğumuz için sevinmek, Allah Teâlâ’nın istediği ve sevdiği şeyi yapmaya çalışmakla olur. Allah’ın nimetlerine şükretmek, öncelikli olarak Allah’ın nimetlerinin bizim üzerimizde olduğunu bilmemizle olur. İkinci olarak, nimet verdiği için sevinmekle olur. Üçüncü olarak ise Allah’ın verdiği nimetlere şükretmek O’nun istediklerini yapmakla olur. Bu yüzden Şiblî şöyle demiştir: “Şükür nimeti değil, nimet vereni görmektir.” Bu aynı zamanda tevhid bilgisidir, nimeti başkasından bilmek ise bir tür şirktir. Şükrün hâl düzeyinde nimeti ve nimete kavuşmayı önemsemeyip bizzat nimet sahibinden dolayı sevinmek gerekir. Bu durumda şükrün amacı, nimetin kendisi değil onu veren olduğundan kul elindeki varlığı, Allah’ın rızâsı uğruna ve O’nun istediği şekilde harcar. Bu hâlin işareti, dünyanın sırf âhiretin tarlası olduğu için sevilmesidir.

Amel yönünden şükrün kalp, dil ve organlarla ilgisi vardır. Kalbin şükrü bütün yaratılmışlar için iyilik düşünmek, dilin şükrü Allah’a minnettarlığını ifade etmek, organların şükrü Allah’ın verdiği nimetleri O’na itaat sayılacak şekilde kullanmaktır. Kuşeyrî’nin de açıkladığı gibi, gözün şükrü başkalarında görülen kusuru örtmekle, kulağın şükrü duyulan kusurları ifşâ etmemekle olur.

Sonuç olarak insan hayatta maddî ve mânevî birçok sıkıntı ile karşılaşır.Yapan ve yaptıran Allah olduğuna göre, bize düşen tefekkür etmektir. Her hâdisenin hikmetini kavrayabilmek için düşünmek gerekir. İnsanların her an şükür hâlinde olmaları gerekmektedir.

Bize şahdamarımızdan daha yakın olan Yüce Allah’a bütün uzuvlarımız ve hislerimizle şükretmek, Allah’ın bizden râzı olduğu şekilde yaşamaya çalışmak gerekir.

İnsan kendine has bütün özelliklerinin, Allah tarafından kendisine ihsan edilmiş nimetler olduğunu idrak etmeli ve bu idrak ile zevk içinde yaşamalıdır. Şükreden insanın faydası kendinedir.

Yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “eş-Şekûr”, kendisinin rızâsı için amel edenlerin çabasını zâyi etmeyen, bilakis kat kat karşılığını veren demektir. Allah, kullarını şükür etmelerinden dolayı mükâfatlandırır. Bize düşen verilen nimetleri edep dâhilinde kullanmak, verilmeyenlerden dolayı sabır göstermek, nimetleri kullanırken sahibini unutmamak, râzı olmaktır.

--------------------------------------------------------

KAYNAKÇA

Ayverdi, Sâmiha; Erol Safiye; Araz Nezihe; Huri Sofi,  Kenan Rifâi ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, İstanbul: Hülbe Basım ve Yayın A.Ş. 1983.

Çağrıcı, Mustafa, TDV İslâm Ansiklopedisi, Şükür, cilt 39.

El-Hakim, Suad, Yirmi Birinci Yüzyılda İhyâü Ulumi’d-Dîn,İmam Gazzâlî, İstanbul: Nefes Yayınları, 2015.

Özköse, Kadir, Tasavvuf  El Kitabı, Ankara:  Grafiker Yayınları, 2015.

Sargut, Cemâlnur, Mülk Sûresi “Tebâreke”,  İstanbul: Nefes Yayınları, 2014.

Uludağ, Süleyman, TDV İslâm Ansiklopedisi, Edep, cilt.10.

.

 


* BENZER KONULAR

Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:40:07 ÖS]


Böyle Sevdik Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:35:30 ÖS]


Dostluk Üzerine Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:27:16 ÖS]


Sevmek-Sevilmek Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:21:12 ÖS]


Sermayemiz takvamız olsun Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:14:00 ÖS]


Bize De Dua Yâ Rasulallah (S.A.V) Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:09:36 ÖS]


Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]