* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Tasavvuf Ve Önemi  (Okunma sayısı 705 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı melek

  • Global Moderator
  • *****
  • İleti: 2334
Tasavvuf Ve Önemi
« : Şubat 17, 2017, 12:36:44 ÖS »
Tasavvuf Ve Önemi

Akılı süvari ,yapılacak tek işin, yutana hissettirmeden yılanı cıkarmak oldugunu bildi.Hemen atini sürdü,kamcısını uyuyan adama öylebir şiddetle vurduki,ilk vuruşta uyandirdi.Bir-iki daha vurdu. Adam kacarak bir agacin altına koştu.

Agacın altında dökülmüş taze ve cürük elmalar vardı. Süvari bir kamcı daha vurunca adam elma agacına kactı.Süvari "cürük elmaları ye!" diyerek vurmaya devam etti.

Dehşet ve korkuya kapılan adam cürük elmaları okadar yedi ki, cıkaracak gibi oldu. Elmaları yiyen bagırdı," ey emir, ben sana ne yaptımki bana kahredersin? şurada ne güzel uyuyordum.

şiddetli kırbacları ve cürük elmaları yemem revamıdır? Eger benim hayatımda, senin bana bir adavetin varsa,Öldürde kurtulayım. Bukadar zulum olmazki ....

Seni gördügüm saat ne kadar ugursuz bir zamanmış senin yüzünü görmeyene ne mutlu."Sözleri bitmeden kamcıyı öyle şiddetle yediki,yeniden koşmaya ve elmaları yemeye başladı.Süvari, rüzgar gibi ,adamın pesini bırakmadı, akıllı süvari adamı gece vaktine kadar koşturdu. Vaktaki cürük elmalar sıcak havada şiddetli koşma sonucu, midenin icinde calkalana calkalana şurup haline geldi dekken kustu ve kapkara yılanıda hortum gibi cıkardı.

Adam hayretle bır yılana baktı,birde süvariye. Yılanın kendinden cıktıgını görünce süvarinin atının önünde secdeye kapanır gibi yere kapandı.O cirkin,

şimdi ne yapması lazım? "Seni gördügüm saat ne kadar ugursuz bir zamanmış.Senin yüzünü görmeyene ne mutlu" diyen adam şimdi ne yapacak? "Sen hakikaten cebrail(a.s) mısın,bana yetiştin.

Sen Hüda-iTeala ``nın velisimisin ki Hızır (a.s) gibi yetiştin.

Sen, ben uyurken yılanın agzıma girdigini ne bildin? Cıkarmanın usulünü nasıl bildin ?Seni gördügüm an hayatımın en mübarek saatiymiş." diyerek pişmanlıgını dile getirdi. Hazret-i Mevlana buyuruyorki:

" Eşek ,eşekliginden kacar, sahibi kurt,kuş yemesin diye merhametinden onu yakalamak icin koşar". Bu koşma,ziyandan koruma ve kurtarmak icindir.

Hastalık artınca doktor ameliyat eder. Ameliyat cirkin bir şeydir. Insanın vücudunu kesip bicerler.Doktora:"zalimsin" diyemeyiz.

Doktor: "Sen ameliyat olmasaydın ölürdün." der.

Ozaman ,o doktora yüzlerce bıcak helel olsun deriz. Bunu gibi , agzından yılan cıkan adam pişmanlık icine girdi ve özür diledi:" Ey efendi,ey şeyhin şah, önceki kötü sözleri cehaletim söyletti." dedi .Bizlere düsende budur. Pişmanlık icinde olup ALLAH `dan özür dilemeliyiz. buna tövbe ,istigfar denir.

MA'RÛF EL-KERHî:

"Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.1

Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.

"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."

Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir.

SERİYY-Î SAKATî:

"Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir:

 1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu söndürmez,

 2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz, 3)

Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya sevk etmez.

TARİKATTE 3 İLİM

Bu üç maddeyi açıklayalım:

1) İlim ve takvâ: Meşhur büyük mürşidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ümmî urefânın bilgileri de ilimdir.

"Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak nazm-ı celîlinde, mealen:

"Kulları arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle ta'zim ederler"3 buyurmuştur.

TARİKATTE İRFAN

İrfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım hakikatler, seziş, feraset, keşf ü keramet tarikiyle anlaşılabilir.

Kıymetli profesörlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi, şarkın ikinci Mevlana'sı olan, büyük mutasavvıf alim, "Rûhu'l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu eserinin başında, meşhur olan "Küntü kenzen mahfiyyen"4 vedzesi için.

"...Hadis-i menkûl gerçi inde'l-huffâz sabit değildir. Nitekim İmam Süyûti "Dürer-i Münteşire" nam kitabında "la asle lehu" demiştir. Feemmâ inde'l-mükaşifîn hadîs sahihdir. Zira huffâz sened ile naklederler; mükaşifûn ise fem-i Nebevî'den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i sübûtu lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre burhan olmasın. Zira onlar huffâş gibidir ki afitâb-ı rûşeni göremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kütüb-i mu'teberede gelir ki:

"Davud aleyhisselam şöyle söyledi:

"Ya Rabbi! Mahlûkatı niçin yarattın?"

"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."

"Yani Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatında sırr-ı halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-ı Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..."5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab haline getirmiştir.

Kitab ve sünnetten ayrılmamak

2) Kitab ve sünnetten ayrılmamak: Bir mutasavvıfın Kitab ve Sünnet dışı söz ve hareketi, kendisi hakkında şüphe uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlarıyla amel eden erbab-ı tasavvuf, zâhir ulemâsı gibi muhtardır. Sofî, bu bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sünnetin zahirine muhalif bir söz söylemez.

3) Kendisine münkeşif olan hakâyıkı her zaman, herkese, her yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.

EBÛ HAFS EL-HADÂD:

"Tasavvuf tamamen edebden ibarettir".6

Tasavvuf edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de câmi'dir.
"Edeb İlahî nurdan bir taçtır ki, onu başına geçirdikten sonra istediğin yere gidebilirsin".

Edebin gerek tarifi, gerek izahı babında pek çok söz söylenmiştir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .

Bu çok şümûllü vasf-ı umumînin en yüksek mertebesi şu iki beyitte tecelli eder:

"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yüce şahsiyetler rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu babda Hafız Şirâzî'nin beyti çok ârifânedir:

"İhtiyaç içindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var".
Hind'in meşhur şairi Feyzi Hindî de:

"Madem ki bizim ihtiyaçlarımızı kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi idrakten acizdirler.

Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir"7 buyurulmuştur.
Biz de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:

İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazû o kadar sıkleti çekmez.

Ölünceye kadar kulluk et

Bazıları bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandırırlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemiş zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve cümlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin:

"Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et"8 ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine benzer.

Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et" manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen yükselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften kurtulmak için kaçamak yoludur.

Bunlar: "O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli manalıdırlar (müteşabih ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların müteşabih olanlarına uyarlar..."9 ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.

EBÛ'L-HÜSEYİN EN-NURİ:

"Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlakıyla mütehallî olmaktır."10

"Biz dahi alırdık, otuza kırka"

Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı ile ahlaklanınız"11 hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile ittisâfâ çalışmaktır.
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka.12

"Tasavvuf, hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir."13
Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir. Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini düşünen adamdır. Şeyh Sa'di:

"insanın şeref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsıyla, sehâsıyla ölçülür; insanlığı da Hakk'a şükretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına müreccahdır".
"Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".

EMELLER ELEMLER

Tasavvuf, kendi isteklerini bırakıp, Hakk'ın takdirine razı olmaktır. Çünkü insanın emellerinin sonu yoktur, birini elde etse, gönlü diğerine takılır. Bu suretle de kalb Hak'tan cüdâ kalır. Bundan dolayı emele, elem bozuntusu demişlerdir.

Her emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin nihayeti, başka bir emelin bidâyetidir. Bu suretle emel silsilesi ölünceye kadar devam eder. Emeller terkedilince, Hakk'a bağlanılmış olur. Emelin terki dünyayı, işi gücü matıyye-i nefsi, yani vücudu, nefsini ihmal etmek demek değildir. Hayatın tabiî icaptan hiçbir zaman terk edilemez.
 Eldeki nimete şükrü bırakıp, daha fazlasını istemek, emel peşinden koşmaktır. Eğer eldekine hakkıyla şükür edilse Cenab-ı Hak nimetini artıracağını beyan buyuruyor:
"Rabbiniz: Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz, bilin ki azabım pek çetindir, diye bildirmişti".

ŞÜKÜR NASIL YAPILIR

Şükrün ne olduğunu iyi bilmek lazımdır. Yemek yiyip, bittikten sonra "Ya Rabbi şükür el-hamdülillah" demekle şükür ifa edilmiş olmaz. "Şükür odur ki, her aza ne için yaratılmış ise, ona sarfetmektir".15

Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Nasıl ki zekat vermek, sadaka vermek yani maddeten yardım yaparak iyilik etmek suretiyle servetin şükrü eda edilirse, bir sofrada kendini ve aile efradını doyuracak bir kap yemeğin yerine, mesela üç kap yemek yer ve bir kap yemeği bulamayan yakını, komşusu veya tanıdığını düşünmez, onları doyurmaya çalışmaz, gece sabahlara kadar ve iki yemek arasında ağzıyla binlerce defa "Ya Rabbi şükür" dese, hiçbir zaman şükrünü eda etmiş olmaz. Her öğün etini, sebzesini, tatlısını Hakk'ın lütfuyla te'min etmiş olan kimse, eğer takva yolunda yaşamak ve bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karşı sorumluluğundan kurtulmak istiyorsa, bir gün et, bir gün sebze, bir gün tatlı yiyerek, diğer iki nimeti münavebe ile ihtiyaç sahiblerine yedirecektir.

Bunu, Hakk'ın rızası için yapmak en büyük sofuluktur. Böyle yapan: "Onlar, içleri çektiği halde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esire yedirirler"16 ayet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve: "Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin arıdından başa kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"17 saffında bulunanlar arasına girer ki, işte evliyâullah bu zümreye dahil olanlardır.

SEHL BİN ABDİLLAH ET-TÜSTERî:

"Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşmak ve insanlardan kalben uzaklaşmaktır".18

Çünkü tokluk insanı gaflete ve şehvete sevkettiği gibi, verdiği rehavetten dolayı hakkıyla ibadet-i bedeniyyeye de mani olur. Onun için kanaatkarlık ve perhizkarlık yapan, yani eline geçenle yetinen ve fazlasını muhtaca veren, ancak Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşabilir.

"Müstağni o kimsedir ki, ona göre bir başakla, bir harman arasında fark yoktur". Elinde hangisi bulunursa fark etmez, başkalarının elindekini de öyle görür.
"Tasavvufun aslı, Kitab ve sünnete yapışmak; hevâ, heves ve bid'atleri terk etmektir".19

Tasavvuf, ahkâm-ı dine ve sünnet-i Resûl'e sarılmaktan ibarettir.

AMR BİN OSMAN EL-MEKKî:

"Tasavvuf, zamanın en uygun vaktinde, kulun her an Hak ile meşgul olmasıdır".20
Uyku ve hacatın kazası gibi zamanlar haricinde, kalbin her an Hak ile meşgul olmasını da tasavvufun tarifi içine almıştır ki, bu da bir zikirdir.

SÜMMÜN EL-MUHİB:

"Tasavvuf, hiçbir şeye malik olmamak ve bir malın esiri bulunmamaktır".

Hiçbir şeye malik olmamak, mal ve mülkünü nefsine mal etmemek, o malda başkalarının hakkı bulunduğunu, asıl sahibinin Malikü'l-Mülk olduğunu, kendisinin onu yerli yerinde sarfedecek küçük bir haznedar olduğunu bilecek ve ona göre davranacak, sûret-i sarfı Kur'an'dan öğrenecektir. Hiçbir zaman kendini mal ü menâl sevgisine kaptırmayacaktır. İşte o zaman masivadan ilgisini kesmiş olur.

"Eğer sende dünya ile kıl kadar iç rabıtası bulunursa, senin Hakk'ın manevî nimetlerinden mahrum kalmaklığın tabiîdir. O kıl kadar alaka bir zünnar, yani alamet-i küfürdür ki, insanı şirk-i hafiye götürür, harem-i İlahî'de de namahremdir, yabancıdır".

Kıl kadar kalsa vücudundan eser,

Alamazsın kıl kadar andan haber.

Kelim Hemedanî bir beytinde bu mazmûnu ne güzel beyan eder:

"Hak'tan başkasına olan rabıtanı kesmedikçe, bütün ibadetlerin boşunadır. Bu alakadan başını koparıp kurtarmadıkça, başını secdeye koymaya müstahak değilsin".

Yine Kelim başka bir beytinde şöyle tasvir yapar:

"Alakalar, bu dünyanın levazımındandır, yalnız neş'esi değil, hem de zînetidir, süsüdür. Hükümdarların zindanlarında mahkumlara vurulan zincir şakırtıları, hapishanenin ihtişamını gösterir".

Yani, demek istiyor ki, alakadan zahiren kurtulmak mümkün değildir. Evlat muhabbeti, torun sevgisi, onları memnun etmek için sarfedilen gayretleri ve a'mal-i hayriyye, bu dünya neş'esinin zaruretleridir. Nasıl olsa insan bunlara mahkumdur. Bunlar ise birer esaret alameti olan zincirdir. İşte, zincire kıymet vermemek, zindan hayatının serbest, kayıtsız, zincirsiz hayattan farklı bir yaşayış olmadığını nefsine telkin edip, kabul ve hazm etmek, zincir vurandaki hizmeti düşünmek, eğer bu hal seni üzüyorsa, "Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır"21 ile müekkeb tebşirat-ı sübhâniyyeyi düşünerek, bütün kayıtlardan ruhun selameti için sabra sarılmayı bilmek lazımdır.

CÜNEYD-İ BAĞDADÎ:

"Tasavvuf, Hakk'ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir".

"Tasavvuf, mâsivâ ile alakayı keserek, Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır".22

Masiva ile alakayı kesmek demek, Hak'tan gayrı olan herşeyi terketmek demektir.
Masiva şâibesinden dili tathîre çalış

Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış.

Evet, masiva ilgisi kalbte bir lekedir; Hakk'ın kalbe tecellisine manidir. Bu leke ancak hikmet ve irfan güneşiyle giderilebilir. Hikmet, ilmin mahiyyetini araştırmaktır; irfan ise bir nevi' sezerek anlayıştır, ayrı bir mevhibedir.

MÂSİVÂ NASIL TERK EDİLİR?

Acaba bu masiva nasıl terk edilecektir? Bunun için ashab-ı tarik birtakım yollar göstermiştir. Bunların arasında üzerinde en çok durulan zikir yoludur. Zikir yolu, en kestirme bir tarik ise de, zikrin ne yolda yapılacağını iyi bilmek lazımdır. Yoksa şairin:

"Tesbih elde, tevbe dudakta iken, gönül günaha girilecek bir iş düşünecek olursa, bizzat günahın kendisi, yani onu bize telkin eden şeytan, bu tevbemize gülecektir".

Nâbi de bu manada şöyle söyler:

Leb zikirde ammâ ki gönül fikr-i cihanda

Kaldı arada sübha-i mercan mütereddid.

"Bizim dudaklanmız zikr-i Hak'la meşgul iken, fikrimiz dünya işleriyle alakalı bulunursa, eldeki mercan tesbih de tereddütte kalır".

Maddeye gönül vermemek
Şimdi sâlikin masivadan kendisini nasıl sıyırabileceğini dü-şünelim:

İnsan, hayatı müddetince masiva ile beraber yaşar. O halde bundan kurtulma yolu nedir? Tabiî insan, yaşamak için yiyecek, içecek, yatacak, yakacak, doyacak, sevecek, bütün hayatî ihtiyaçlara bağlanacağı gibi, mehâsine de gönül verecektir. İşte, tarikat dervişe zikir, fikir ve aşk yoluyla bunları gönülden nasıl çıkaracağını bildirir.

Masivadan ilgiyi kesmek demek, maddeye gönül vermemek, ona bağlanmamak demektir; yoksa madde ile meşgul olmamak demek değildir. Sofî, herkes gibi umumî hayata karışacak, kendi işini ve başkalarının işlerini yapmaya çalışacak, mukadderse zengin olacak, hiçbir surette Hak'tan ayrılmayacaktır. Fakat bünün bunlara gönlünü bağlamıyacak, Malikü'l-Mülk'ü düşünecek, bugün kendi elinde Hakk'ın emaneti ve atası olan her türlü nimetin, yarın başkasının eline geçmesinin tabiî olduğunu teemmül edecek ve kaybından dolayı asla müteessir olmayacaktır.
Bir mutasavvıf şairin:

Ehl-i tevhid olmak istersen sivâya meyli kes,

Aç gözün merdâne bak, Allah bes bâki heves.

Dediği gibi, Hak'tan maâdasına gönülde yer veren kimse, muhabbet ve aşk ile şirk-i hafiye kadar gidebilir. Her ne kadar bazı tarik erbabı "Hakikate, mecaz köprüsünün geçilerek varılır" demişlerse de, erbabı, bunun hududunu tayin eder.

MAL VE NEFİSLE MÜCADELE

"Tasavvuf, sulh ile değil, cenk ile hasıl olur".23

Tasavvuf, mücadele ile elde edilir. Cenab-ı Hakk'ın emri, önce mal ile, sonra nefisle mücadele etmektir. Mal ile mücahede, zarüriyyat-ı şer'iyye dışında kalan servetini, malını, mülkünü infak etmek suretiyle yapılır. Zarüriyyât-ı şer'iyye, kendisinin ve ailesinin yiyeceği, yiyeceği, yakacağı, yatacağı şeylerden ibarettir. Bunun dışındakini infak etmek Allah'ın emri muktezasıdır. Kur'an-ı Kerim'de:

"Ne vereceklerini sana sorarlar, de ki: Artanı!"24 buyurulmuştur.

İnfak hakkındaki bütün ayet-i kerimeler bu esasa irca edilir.

Nefis ile mücahedeye gelince: Nefsin meşru olmayan bütün dileklerine karşı gelmektir. Nefsiyle mücadele, vatana saldıran düşmana karşı cihad, sulh zamanında memleket içinde zulme karşı mücahede, hakkı korumak için yapılan çabalar, nefsinin hevesatına kapılmamak için her türlü mehârim ve mekârihten ictinab, nefis ile mücahede medlûlünde mündemiçtir.

"Tasavvuf, toplulukla birlikte zikir, dinleyenlerle birlikte vecd ve işlenmek suretiyle de ameldir".25

Toplum içinde, halk arasındaki derecat-ı mütefâviteyi, mahlûkatın tenevvü'-i bi-nihayesini, sibgatullahın renk renk tecellîlerini görüp zikretmek ve bunu görmeyenlere anlatarak onlann kendisiyle birlikte vecidlerini husûle getirmek ve a'mâl-i sâliha ile örnek olmak tasavvuf ehlinin başlıca şiârıdır.

"Tasavvuf, kulun kendisiyle kaim olduğu bir vasıftır. Cüneyd'e: O Hakk'ın sıfatı mıdır? dediler, O da: Sıfat olarak "Hakk'ın, resim olarak halkındır, diye cevap verdi".26

Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğunu sordukları zaman: "O bir hâldir ki, daima kul ile beraberdir" buyurmuş. "Bu hal Hakk'ın sıfatının tecellîsi midir, yoksa halkın evsâfından mıdır? denilince: "Sıfat olarak Hakk'ındır, merasim ve şekil olarak da halkındır" demiştir.

ALLAH VE RESÛLÜNÜN AHLAKI

Peygamber Efendimiz: "Allah'ın ahlakıyla ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurmuştur.

Bu, Allah'ın ve Resûlünün evsafıyla muttasıf olmak demektir. İmdi, bütün esma-i hüsna ve evâmir-i ilahiyye Hakk'ın evsafının tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sünnet-i resûl kezâ, Peygamber Efendimizin evsaf-ı seniyyelerindendir. Bunlara uymayı nefsinde kabul eden kimse Hakk'ın sıfatını iktisab etmiş olur. "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" sırrı tecellî eder.
 
Sîrete ittiba ile sünnetin ifası da yine evsaf-ı peygamberi ile muttasıf olmaktır. Bununla da: "Ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlâklamnız" hükmü zahir olur.

Bunların, kabul ve imanı, sıfat-ı Hak'la tehallî etmektir; icrası da merasimdir, halka aittir.
Erbab-ı tasavvuftan biri bu hususu ne güzel hülasa etmiştir:

"Hayatın öyle geçsin ki, öldükten sonra bir yolun toprağı olursan; senin üstünden geçenlerin yolun tozundan bile müteessir olduklarım işitmeyesin."

Pertev Paşa bu manayı şu şekilde tafsil ve izah eder:

Ne semmet bülbülün verdin, ne de hârden incin

Ne gayrın yarine meyl et, ne sen ağyârden incin

Ne sen bir kimseden âh al, ne âh ü zârden incin

Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.

"Zahir ile amel et, sana yeter"

Cüneyd'e gelerek tasavvufun ne olduğunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakın onun hakikatlerinden bir şey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.27

Yine Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini araştırmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmuştur ki, herkes kendine göre mana vermeye kalkıp te'villere sapmasın ve günaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmuştur.
Şîrazlı Hafız bir kabasofuya şöyle demiştir:

"Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, çünkü bu kainatın esrarı senin ve benim gözüme kapalıdır ve öyle kalacaktır".

MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:

"Tasavvuf, serâire ıttılâın verdiği safâ ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28

Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir. Bütün efal ü muamelatında Hakk'ın rızasını düşünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabıdır.

Bilinmemek, faydasızdan sakınmak

"Tasavvuf, mâsivallahdan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".29

Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasına rağmen müstağni görünmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçaklığına) kapı açıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.

İkincisi, hüviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayrı gözetmektir.

ALÎ BİN EL-ISFAHANî:

"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır".30

EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:

"Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan şeyleri iltizam etmektir"31

Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın içinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp için çalışmaktır.

EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:

"Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olanı müşahede etmek için her noksandan gözü yummaktır".32

Kemal-i mutlakı Hak'da müşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan görür. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine göre bir ayb, kusur ve noksanı vardır. Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yüz gösterir.
 "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.

Ahmed Paşa "Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur. Fakat erbab-ı tasavvuf hiçbir şeyde noksan aramıyacaktır. Noksandan göz yumacak, yani noksanı görmeyecek, noksan gördüğü zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.

"Senin vücudun bir ayıptır. Bunun üzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sözü insanın baştan aşağı kusur olduğunu gösterir.

"Küsûf güneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da güzel bir ders-i ibrettir:

"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsün; halkın ise binbir dili vardır. Gözlerin sana, başkalarının ayıplarını gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gözü sana bakıyor, de".

EBÛ'L-HASAN EL-MÜZEYYEN:

"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır".33

Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte müntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir. Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet düşünülerek tabiî karşılanmasıdır. Hele kendini aradan çıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını düşünecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:

Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vâr

Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de imânı da.

Beytinden de anlaşılacağı üzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medârdır. İman itaat, küfür isyandır.

Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından küfür mefhumu zihne tebadür etmiyeceği için lafz-ı bî-mana kalıyor.

Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar"34 vasf-ı sübhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar. İmana inkardan geçilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor. Bu, insan için bir salah-ı küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamıyor. Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne çıkarmakla mümkün olabiliyor.

HALKA REHBER OLMAK

İmdi, süllem-i rızadan, arş-ı hakikate yükselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah'ı anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan çıkarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın içinde onlara rehber olarak çalışmakla mümkündür. Bu bir hususiyettir. Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün değildir.

Kişinin hüviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum içindir. Havâss-ı mümtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapça bir beyit şöyle der ki: "Kişi işiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlaşılamaz".

Vasılîn me'mur olmadıkça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecât, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır. Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.

EBÛ YA'KÛB:

"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır".36

Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mâtuf bulunduğu için, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir. Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürşid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.

EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:

"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır".37
Sabır ve rıza yukarıda geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek çoktur. Bir Arap şairi şöyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere geçerse kıymetini bulur".

Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır için yapılan muhaceretler de böyledir.

EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:

"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir".38

Lüzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, örfün, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir. İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hiç bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur. Bu yalnız sofî için değil, medenî her insan için lüzumlu bir vasıftır.

EBÛ'L-HASAN EL-BÜŞENCÎ:

"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39

Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
Bağlıdır dâman-ı haşre rişte-i tûl-i emel

Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.

Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Ümid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şöyle söyler:

Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd

Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd

Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd

Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd

Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd

Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.

Sonu gelmeyen emeller

Evet, insanın ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır. Maziye dönüp baksan, uzayıp gitmiş bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlık. Bu dünyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur. Binâenaleyh böyle yokluğa müncer olan varlıktan feryad!

İşte insana düşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam içinde çalışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.

EBÛ AMR BİN EN-NECÎD:

"Tasavvuf, emir ve nehiy hayatında sabretmektir, yani Cenab-ı Hakk'ın emirlerine râm olmak, nehyettiği şeylerden de kaçınmaktır".40

Emir ve nehiyleri gönülden hüsn-i telakki etmek, bunların icrasında veya sakınmasında güçlük varsa, onlara tam bir inkıyad ile sabretmek, tasavvuf ve sülûk icabıdır.

Tasavvuf erbabı, bir iddia sahibi olmayacaktır. Bildiği hakikatleri muhatabının seviyesine göre açıklayacak, muhatabının umumî bilgisinin kavrayamayacağı hakayıkı tafsil etmeyecektir. Ne, ben bilirim bu böyledir, diyecek, ne de anlaşılmayan ve işitilmemiş mefhumları rastgele açıklayacaktır.

"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır"42 ayet-i kerimesi onun düstür-i reşâdeti, "İnsanlara, akıllarının aldığı derecede hitap ediniz" vecizesi sözlerinin rehberi olacaktır.

TASAVVUF VE ÖNEMİ

Hakiki ve kâmil bir mürşid, iman kurtarma noktasında adeta bir can simidi gibidir. Ancak “taklidinden sakınmak” şarttır.
 
Aksi halde imanı kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve meşrepte olduğu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya eğitimi yetersiz, kemale ermemiş olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanları kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun.

Sahte mürşidleri ele veren ipuçları genellikle şunlardır:

Dünya üzerinde öyle mübarek zâtlar var ki, Allah onları insanları karanlıktan aydınlığa çıkarsınlar diye hizmetine almıştır.
Onlar insanlığın irşadı için, kurtuluşu için görevlendirilmiş velilerdir. Allah'tan başkası önünde eğilmezler ve O'nun rızasından başka bir şey de talep etmezler.

Onların gayeleri sadece Alemlerin Rabbi Allah'tır. Sözleri O'nu zikirden ibarettir. Güneş gibidirler. İnsanlar için bir ışık, insanlık için bir aydınlık... Yol'dan, Yolumuz'dan haber verirler, rehberlikleri ile önümüzü aydınlatırlar. Hiç bir karşılık talep etmeden, beklemeden...

O aydınlıktan faydalanabilmek için onları bilmek, tanımak, yaptıkları irşadı anlamak gerek. İrşad nedir, mürşid kimdir bilmek gerek.

Dünya hayatının en şerefli ve en değerli işi, gönülleri Hakk'a uyarıp, duygu ve düşünceleri Allah ile buluşturmaktır. Çünkü şuur sahibi bütün varlıkların yaradılış gayesi Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmektir. (Zariyat, 56)

Bu gayeden uzaklaşıldığı an, hayat manasını yitirmiş, imtihan kaybedilmiş, dünya hayatıyla birlikte ebedi hayat da hüsrana uğramış olur.

Muhtelif ayet ve hadislerde işaret edildiği üzere, Allah'ın zikri bütünüyle yeryüzünden kalktığı zaman dünyanın da varlık sebebi ortadan kalkmış ve kıyamet vacip olmuş olur. Demek ki, dünyayı ayakta tutan şey Allah'ın zikridir. İşte insanın yüzünü Hakk'a çevirmekten ibaret olan irşadın değeri, bu yaradılış gayesinden kaynaklanmaktadır.

Böylesine şerefli bir vazifeyi, Allah en seçkin kulları olan peygamberlerine ve onların vârislerine vermiştir. Şayet irşaddan daha değerli ve şerefli bir iş olsaydı, Cenab-ı Hak peygamberlerine o vazifeyi verirdi.

İrşadın manası ve ehemmiyeti

Kelime olarak irşad: Hak ve hakikate, iyiye, doğruya tercüman olmak, Allah yolunu göstermek manalarına gelmektedir. Tasavvufî manasıyla irşad ise: Allah'ı kullarına, kullarını da Allah'a sevdirmektir. Belirli bir eğitimi ve metodu olan bu irşadı, şu şekillerde de tarif edebiliriz:

* Yaratıcısıyla tanışık olmayan ruhları onunla tanıştırmak, Rabbi'yle tanışık olan ruhları da onunla olan münasebetlerinde derinleştirip yükseltmek.

* Potansiyel olarak insanlık kabiliyetine sahip olan insanı, fiilen insan haline sokmak. Diğer bir tabirle “insan-ı kâmil” yapmak.

* İnsanın şer kabiliyetini hayır kabiliyetine çevirmek suretiyle, şeytan ve onun temsil ettiği kötülükleri bertaraf etmek.
* İnsanı iyiliğe, ibadete, güzel ahlâka, salih amele, istikamete… hasılı Rabbi'nin rızasına yöneltmek suretiyle O'na ulaşmasını sağlamak.

Mürşidin mana ve keyfiyyeti

İrşad eden, doğru yolu gösteren rehber zata mürşid denir. Allah'ın, doksan dokuz güzel isminden biri de “er-Reşîd” dir (bkz. Hûd Suresi, 87). Reşîd, mürşid anlamına gelmektedir. Çünkü asıl olarak hak ve doğru yolu gösteren, sonsuz rahmet sahibi Allahu Tealâ'dır. Nebileri ve rabbanî alimleri vasıtasıyla insan ve cinleri ilâhi kitabının nurlu beyanlarına davet etmektedir. İnanan-inanmayan herkese merhamet buyurup, onları ebedi azaptan kurtaracak mürşidleri aralarından çıkarmaktadır.

Nitekim, her devirde bu vazifeyi hakkıyla yapabilecek mürşidleri yetiştirmek farz-ı kifayedir. Ayet-i kerimede: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir sınıf bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Âl-i İmran, 104) buyurulmaktadır.

Tasavvufta kemale ermiş, olgunlaşmış, evliyalık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kabiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zata mürşid-i kâmil denir.

Umumi manada mürşid-i kâmil, kalp ve kafa izdivacına muvaffak olmuş bir mana kahramanı, hakikat davetçisi ve gönüllere Hak esintilerini duyuran bir peygamber vârisidir. Ulaşmak isteyenle ulaşılacak olan arasında bir köprü mesabesinde olan mürşidin en belirgin vasfı, Hakk'a yakınlıktır. Onun fizikî alem kadar metafizik alemlere de gönül gözü açıktır. O, Allah, insan ve kainat münasebetini kavrayan, varlığın esrarına aşina bir arif, dünya- ahiret bilgileriyle donanmış bir bilgedir. Hak yolcusunun kalbine kendi hususi mazhariyetlerini yansıtan bir velîdir. İşte böylelerinin elinde her zaman kömürler elmasa dönüşmüş, taş ve toprak da altın seviyesine yükselmiştir.

Bu vadide, gavs ve kutuplardan düz nasihatçılara kadar birçok irşad ehlinden bahsetmek mümkündür. Fakat ruhlara insan-ı kâmil olma ufkunu açamayanlara mürşid denemez. Denemez; zira bunların kendileri irşada muhtaçtırlar ve mutlaka terbiye edilmelidirler. Bir atasözümüzde, “Kendi muhtâc-ı himmet bir dede, bilmez ki gayra nasıl himmet ede” denilir.

Vaiz-mürşid farkı

Vaaz ve nasihatle meşgul olanlar, ihlâslı olmak kaydıyla, irşad adına kısmen halka faydalı olabilirler. İlim öğretirler, faydalı ve doğru olanı kitaplardan okuyup anlatabilirler. Bazı konularda hayır ve iyiliğe de sevk ederler. Fakat kendisi kemale ermeyen nefs erbabı bir kimsenin, terbiye ile başkalarını kemale erdirmesi mümkün değildir. Muhataplarını nefs ve şeytanın hilelerinden kurtaramazlar. Hakiki Allah sevgisini veremezler. Terbiye etmeye kalktıklarında, kendilerini de muhataplarını da helâk ederler. Nefs ve şeytanın oyuncağı olurlar. Zaten terbiye ettikleri görülmüş bir şey de değildir.

Böylelerinin hali, İmam-ı Gazalî Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakasında akrep olan bir kimsenin boynundaki akrebe aldırış etmeyip, eline aldığı bir yelpazeyle başkalarının burnundaki sineği kovalamasına benzemektedir.

Sıradan bir irşad eriyle Hakk'a yakınlık kazanmış velî bir mürşid arasında, en az yerden Arş'a kadar manevi mesafe vardır. Velîlik mertebesine yeni adım atmış mübarek bir zatla, gavs ve kutup gibi zirvelere tırmanmış Allah dostları arasında da belki bir o kadar mesafe daha vardır.

Onun için gavs ve kutup gibi zatlar hem malumdurlar, yani zahirde beşeriyet mertebesindedirler, hem de meçhuldürler ki, sırları gaybü'l-gaybdedir. Hak'dan başka onlara kimse muttali olamamıştır. Kendi evladından ve müridlerinden çok sayıda velî yetiştiren Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri'nin şeyhi Üftade Hazretleri şöyle demiştir: “Beni, ehil, evlad ve etbadan hiç kimse bilememiştir”

İşte bu gibi kutbiyyetini gavsiyyetle derinleştirmiş bir kâmil, mana atmosferine giren herkese ufkunun boyasını çalar, onları Kur'an ve Sünnet malzemesiyle adeta yeniden inşa eder.

Mürşidlerin makamları

Kâmil bir mürşidin velîlik makamına ulaşması mutlaka gereklidir. Aksi halde velî olmayan bir zatın taliplerine manevi u***** açması bir tarafa, onlara zarar bile verebilir. Velâyet ise, fenafillâh (Allah'da fani olma) makamıyla başlar. Bu, bir nevi yeryüzünden mesela Süreyya yıldızına kadar olan basamakları çıkmak gibidir. Velî bu mesafeyi bazen adımlarıyla, bazen de manevi bir vasıtayla çekilerek çıkar. Sonunda her türlü yön, mesafe ve mekândan münezzeh olan Allah'a vasıl olur.

Vuslata eren bir velînin tevhidi ve dolayısıyla da imanı kemale erer. Nefsanî ahlâkından soyunur. Rahmanî ahlâk ile ahlâklanır. Cenab-ı Hakk'ın tecellilerine mahzar olur. Lâkin bu makamda olan bir kimsenin alemi, şu gördüğümüz fizikî alem değildir. Her ne kadar cismi bu alemde olsa da, ruhu Arş-ı A'lâ ve onun üzerindeki manevi alemlerle alâkadardır.

Bulunduğu alemin kayıtlarıyla sınırlıdır. O yüzden vecd ve istiğrak halleri galiptir. Çoğu zaman Allahu Tealâ'nın dışındaki her şeye (mâsivaya) şuurları kapalıdır. Avamdan olan halkla onların dünyası apayrıdır. İşte bunun için fenafillâh makamından bekabillâha dönmeyen bir velîye irşad görevi verilmez.

Bekabillâh, vuslat ile kemale erdikten sonra, bir bakıma çıktığı merdivenlerden geri dönüp, fizikî alemdeki insanların seviyesine inmektir. İrşad vazifesini yerine getirebilmek için bu iniş zaruridir. Zira, velî ile talibin arasında -makam bakımından olmasa da- mertebe açısından bir uçurum olmamalıdır.

Bir velî, Allah'a vuslat yolunda çıkarken ne kadar çok yükselirse, halkın seviyesine inişi de o kadar fazla olur. Aynı şekilde, fizikî aleme doğru ne kadar çok inerse makamı o kadar yüksek, irşadı o denli kuvvetli olur. Çünkü inişi fazla olduğundan mahluklara yakınlığı artar. Böylece kendisinden çokça istifade edilir. Nübüvvetten başka velâyet makamının da sultanı olan Hz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, çıkışta herkesten yukarı, inişte ise herkesten aşağı indi. Bu yüzden onun irşadı bütün peygamberlerden kuvvetli oldu ve bütün insanların peygamberi oldu.

Şu halde fenafillâh ve bekabillâh makamlarına ulaşan bütün mürşidler, prensipte kâmil bir velî olmakla birlikte, aralarında yerle gök kadar mesafe bulunabilmektedir. Aradaki bu fark hiç şüphesiz irşada da yansımaktadır. Ayrıca kutbiyyet ve gavsiyyet makamlarının sultanları ile bu makamda olmayanların ahiretteki şefaatleri her halde bir olmayacaktır. Hatta ehl-i keşfin beyanına göre, Gavs, duasıyla sûfi olmayanların da imdadına yetişir, onların son nefeste imanla kabre girmelerine vesile olur.

Kâmil mürşidlerin sözleri ölmüş kalpleri diriltmek için devadır. Onlar ashab-ı makâl gibi çuvallarla laf etmezler. Pek az ve inci gibi tane tane konuşurlar. Halleri her şeyi anlatmaya kâfidir. Bakışları manevi kalp hastalıklarının şifasıdır. Taş kesilmiş kalpler, onun sevgisine kavuşmakla yumuşak olur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere: “Görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” Cismanî yüzleriyle Allah'ın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle Allahu Tealâ'ya bağlıdırlar. Dışları halk, içleri Hak iledir. Hadis-i kutside Cenab-ı Mevlâ, “onların gören gözü, tutan eli, işiten kulağı” olduğunu beyan etmektedir. Kim bilir, belki de Hak Tealâ Hazretleri günde kaç kere kalplerinde tecelli edip, “Kalbin nasıl dostum?” diye sormaktadır.

Dolayısıyla böyle bir kalbe girebilmek kadar büyük bir saadet yoktur. Çünkü o kalbe girmek Hz. Rasulullah'ın kalbine girmek ve Allah'ın rızasına nail olmak manasına gelmektedir. Paha biçilmez değerde bir kristale benzeyen o kalbi kırmak ise, şekavetlerin en büyüğüdür. Çünkü bunun manası da yine hadis-i kutside belirtildiği üzere, Allah ile savaşmaktır.
Bir mürşide halife olmak

Kâmil mürşidlerin en tatlı ideallerinden biri de kendilerinden daha büyük mürşidler yetiştirmektir. Bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayıp, onların terbiyesi ile meşgul olurlar. Nihayet belirli mertebe ve makamlara ulaşan talip, mürşidinden icazet alarak halife olur. Yani mürşidlik yapmaya ehil bir kimse haline gelir. Bir mürşidin çok sayıda halifesi olabileceği gibi, hiç olmayabilir de.

Genel olarak iki türlü hilâfet şekli vardır. Birincisi işaretle verilen halifelik, ikincisi de zaruretle verilen halifeliktir. İşaretle halifelik, silsiledeki meşayih-ı kiramın mana alemindeki ittifakı ve işaretleriyle verilir. Tabii bu silsilenin başı Hz. Peygamber s.a.v.'dir. Cenab -ı Hak kimi seçtiyse, mürşid ona hilafet verir. Makbul ve üstün olan hilâfet şekli budur.
Mürid, bu çeşit hilâfeti geri çeviremez. Kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) mürşidlerin halifeleri ekseriyetle böyledir. İstisnaları azdır.

Zaruri halifelik ise, bir ihtiyaç veya maslahata binaen, müridin makamı kemale ermediği halde sadece mürşidin izniyle verilen halifeliktir. Bu tip halifelerin mürşidi hayatta olduğu müddetçe insanlar ondan fayda görür. Eğer kemale ermeden mürşidi vefat ederse, onun işi tehlikeli ve zordur.

Yukarıda anlatılanların dışında, bir de müridler tarafından halife ilan edilen şahıslar vardır ki, bunların gerçekte mürşidlikle bir alakaları yoktur. Umumiyetle herhangi bir halife bırakmayan mürşide bağlı müridler bunu yaparlar. Belki seçtikleri zat çok iyi, muhterem ve hatta velî bir zat olabilir. Ama yukarıda anlatıldığı gibi, mürşidlik başka bir şeydir.

Kâmil mürşid tarafından izin verilmedikçe irşadları muteber değildir. Hz. Peygamber s.a.v.'e kadar uzayan bir icazet silsilesinden de mahrumdurlar. Bu gibi zatlar cemaatin önünde hayırlı hizmetler yapan bir ağabey fonksiyonundan öte geçemez. Hakiki terbiye veremez. Başkalarına halifelik izni veremez. Verse de geçerli olmaz. Fenâ ve bekâ mertebelerine ulaşamadığı için, kendilerine rabıta yapılmasına izin veremez, daha doğrusu vermemelidir. Çünkü böyle bir rabıtanın faydası yoktur.

Ders vermek üzere kendilerine vekâlet verilen şahıslara ise vekil denilir. Bazı tasavvufî kollarda bunlara halife diyenler de vardır. Fakat söz konusu zatların mürşidlikle bir alakaları yoktur. Mürşidleri vefat eder ya da vekâletten azlederse, bunların vazifeleri sona erer.

Mürşidlik babadan oğula geçer mi?

Mürşidlik kesinlikle babadan oğula, kardeşten kardeşe, kan bağıyla veya irsiyetle geçen bir vazife değildir. Mürşidlik, ancak amel edip matlup olan mertebelere ulaşan ve ilmi olan salike Allah'ın ihsan ettiği bir görevdir. Bu saadete nail olan, mürşidin oğlu da olabilir, yabancı birisi de...

Fenafillâhtan bekabillâh makamına kim döndü ise, Allah'ın izniyle ona vazife verilir. Dönmeyene irşad izni verilse de, böylelerinin mürşidi hayatta değilse irşad vazifesi yapmamaları daha uygundur.

Kâmil mürşidlerin dikkatle üzerinde durdukları konulardan biri de, bu makamın layık olana verilmesidir. Üftade Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakın çevrede kâmil mürşidlik makamına elverişli hiç kimse kalmasa, dünyanın öbür ucundan layık olan getirilip o makama oturtulur. Tarih boyunca bu hassasiyete sahip olmayanlar kısa zamanda dağılıp gitmişlerdir. Nitekim dergâhların çöküşünü hazırlayan önemli sebeplerden birisi de budur. Geçmişte bazı tasavvufî kollarda, yetişmiş erkek evladı bulunmadığı için beşikteki şehzadeye hilâfet verenler çıkmıştır. Fakat “beşik şeyhliği” diye bir kavramın tarihe geçmesine sebep olan bu kollar, çok sürmeden yok olup gitmiş, isimleri bile unutulmuştur.

Elbette ki gavslık, mücedditlik gibi manevi zirvelerde dolaşan, çevresine feyz, nisbet ve nur saçan büyük imamların ailelerinden büyük zatların çıkmasından daha tabii bir şey yoktur. Hatta bunlardan bazılarının kıyamete kadar devam etmesi beklenir. Mesela mana gözüyle istikbale bakan Gavs-ı Kasravî Hazretleri'nin, kendi aile ocağından yedi tane gavsın çıkacağını müjdelediği rivayet edilir.

Bir mürşidin evlatlarının hepsi birden nazarını Hakk'ın rızasına diker ve bu gaye uğrunda ihlâsla amel ederse, Allahu Tealâ onların sa'y u gayretlerini boşa çıkarmaz. Cenab-ı Hak hem sonsuz merhamet sahibi, hem de âdil-i mutlaktır. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi, kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür (Zilzal, 7-8). Şah Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin amelini işleyen, onun makamına ulaşır.

Çoğu kere demircinin oğlu demirci, çiftçinin oğlu çiftçi olduğu gibi, peygamberlerin oğul ve kardeşlerinden peygamber, mürşidin yakınlarından da mürşid çıkmıştır. İbrahim a.s.'ın oğlu İsmail a.s.; Yakup a.s.'ın oğlu Yusuf a.s.; Musa a.s.'ın kardeşi Harun a.s. bunun en güzel örneğidir. Aynı şekilde mürşidlik görevi İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nden oğlu Muhammed Masum Hazretlerine, ondan da oğlu Şeyh Seyfüddin Hazretleri'ne intikal etmiş, sonraki silsilede de bunun birçok örnekleri görülmüştür.

Sahte veya yetersiz mürşidler

Hakiki ve kâmil bir mürşid, iman kurtarma noktasında adeta bir can simidi gibidir. Ancak “taklidinden sakınmak” şarttır.
 Aksi halde imanı kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve meşrepte olduğu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya eğitimi yetersiz, kemale ermemiş olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanları kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun.

Sahte mürşidleri ele veren ipuçları genellikle şunlardır:

* Allah'ın emirlerine ve Hz. Rasulullah'ın sünnetine doğru dürüst uymamak. Dinî, şer'î konularda zaaflar göstermek.

* Kur'an ve hadis-i şeriflere ulemanın verdiği manaların dışında yanlış manalar vermek, olmayacak biçimde yorumlamak.
 
* Kadınlarla karışık bir vaziyette oturup sohbet etmek, onlara el öptürmek veya mahremsiz teke tek görüşmek.
* Sohbet ve toplantılarında rüyaya geniş yer vermek.

* Haksız yere milletin malını yemek, girdiği menfaat ilişkilerinde muhatabına zarar vermek veya aldatmak.
* Sun'î zorlamalarla bir kısım keramet gösterilerinde bulunmak. (Bu tipler bazen istidraç yoluyla insanın kalbinden geçenleri de söyleyebilirler.)

* Kendisinden başka önüne gelen herkese, hatta dindarlık ve salâhiyetiyle tanınan şahıslara bile, kâfir, münafık damgasını vurmak.

* Şeytanın vehim ve vesvesesiyle bir takım hezeyanlarda bulunmak, kendisine vahiy geldiğini vs... söylemek.
* İnsanın gönlüne huzur verecek, Allah'ı hatırlatacak nuranî bir simadan mahrum bulunmak.

Yolu bitirmemiş nakıs mürşide teslim olmak da İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin ifadesiyle öldürücü bir zehirdir. Bir hasta, mütehassıs olmayan, diploması bulunmayan bir hekimin ilacını içerse iyi olmak şöyle dursun, hastalığı artar. İyileşme kabiliyeti de bozulur. O ilaç önce ağrıları durdurabilir. Sinirleri bozduğu, zarar verdiği için ağrı duyulmaz. Fakat bu hal iyilik değil, kötülüktür. Bu hasta hakiki bir hekime giderse, hekim önce o ilacın zararlarını gidermeğe uğraşır. Ondan sonra hastalığı tedaviye başlar.

Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır / Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş...

İntisap, Kur’an ve sünnette anlatılan, övülen ve teşvik edilen biat etme amelinin kapsamı içindedir. Ne var ki, biat da intisap da çoğu müslümanların gündeminden tamamen çıkmış bulunuyor. Bazıları art niyetliler bu kavramları çeşitli çıkarlarına alet etmiş, bazıları da aslını öğrenmeden yanlış görüntü ve bilgilere aldanıp inkâra kalkmıştır

İntisabın dinimizde önemli bir yeri vardır. Mesele dinin ihyası, insanın ıslahıdır. Bu vazife, her devirde usulüne uygun olarak yerine getirilmelidir. İntisap ya da biat... İşin adına değil, aslına bakılmalıdır. Bir farzı yerine getirmeye yardımcı olan şeyler de farz hükmünde olur. İnkârdan sakınmak, kibirden kurtulmak, ilahî emirleri ihlasla yerine getirmek, haramdan kaçmak, güzel ahlâklı olmak her müslüman için farzdır. Tasavvuf, bu farzları yerine getirmeyi hedeflemiş bir terbiye okuludur. İntisap, işte bu okula kaydolmaktır. İntisap, hakkın ipine sarılmaktır. İntisap, cemaat olmaktır.

İntisap hak yolunda bir rehbere bağlanmaktır. İntisap, Allah dostuyla Allah yolunda gitmek için akid yapmaktır. İntisap, terbiye görmüş bir kâmilin terbiyesine girmektir. İntisap, veliler kervanına katılmak ve nurlu silsileye tutunmaktır. İntisap, kâmil mürşitle manevi bağ kurmak ve onunla Allah için dost olmaktır. Biat ve intisap işinde asıl olarak iki taraf vardır; birisi Allahu Tealâ, diğeri de, kul. Mürşidin yaptığı iş, kulun Allah’a giden yolunu açmak, bu yolda ona şahitlik yapmak ve delil olmaktır. İntisaptan gaye mürşid değil, Allahu Tealâdır. Tasavvuftaki intisaba, “inâbe”, “el alma”, “el verme”, “tevbe etme” de denir. bütün bunlar aynı şeydir. Bir hak talibi müridin, mürşidine sadık ve bağlı kalacağına, Allah için, Allah yolunda onun terbiyesine teslim olacağına, haramlardan kaçıp helal ve hayırlara sarılacağına, günahlardan tevbe edip bir daha yapmayacağına dair söz vermesine ve buna Allah’ı, Rasulünü ve mürşid-i kâmili şahit tutmasına intisap denir.

İntisabın Kur’an ve Sünnet’ten delili çoktur. Rasulullah (A.S.), Allah’ın birliğini kabulden sonra, ashabıyla tek tek ve toplu halde takva, ibadet, güzel ahlâk, cihad ve hizmet için pek çok sözleşme yapmıştır. Buna biat denir. Bu biat uygulaması sonraki devirlerde devlet idarecileri ve maneviyat önderleri için birer örnek olmuştur. Kur’an’da biat Cenab-ı Hak Kur’an-ı Hakim’de biatı değişik ayetlerde zikrederek, şekil ve hedefini şöyle belirtmiştir: “Rasulüm! Sana biat edenler hiç şüphesiz Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim yaptığı ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile yaptığı ahdine vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükafat verecektir.” (Fetih/10) “Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, seninle biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah’dan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Mümtehine/12) (Sünnet’teki biat şekillerini, “Mürşid-i Kâmile İntisabın Şekli ve Gayesi” adlı eserimizde genişçe işlemiştik. Delil ve örnekler için oraya bakılmalıdır.) Mürşide intisabın şekli Biat ve intisabın özü, kalbin teslimiyeti ve sağlam niyettir. Şekiller alamettir, gaye değildir. Ancak bunun zahiren bir usul ve adabı vardır. Bu konuda intisabın delili olan hadislerden çıkaracağımız usuller şunlardır: Rasulullah (A.S.), Allahu Tealâ’nın Rasulü ve halifesi olarak, erkek-kadın bütün insanların Peygamberi ve rehberi olduğu gibi, O’na vâris olan kâmil mürşidler, rabbanî alimler de bütün beşeriyetin irşad ve ıslahını hedef almalıdır. Mürşid-i kâmil hiçbir ayırım yapmadan herkese ve her kesime ilâhî daveti, iman, ihlas, takva ve güzel ahlâkı tebliğ etmekle memurdur. Mürşid-i kâmil, kendisine intisab edecek erkeklerle elele tutarak veya sözlü bir şekilde bu intisabı gerçekleştirebilir. Kadınlar mürşid-i kâmile intisaplarını sözlü olarak, bir perde veya kapı arkasından yapmalıdırlar. Kâmil mürşid, Rasullullah (A.S.) Efendimiz’in yaptığı gibi bir ucundan kendisi, diğer ucundan da tevbe ve intisap edecek kimselerin tutacağı şekilde bir bez veya sarık uzatarak tevbe ettirip, intisab yaptırabilir. Bu, özellikle tevbe ve intisap edeceklerin çok kalabalık veya vaktin çok dar olduğu zamanlarda yapılır. Ayrıca, mürşid-i kâmil, bir erkek veya kadını tevbe ve intisab yaptırma hususunda kendisine vekil olarak görevlendirebilir. Vekilin yapacağı, intisabı tarif etmek ve vekili bulunduğu zata irşad işinde yardımcı olmaktır. Hz. Rasulullah (A.S.)’ın Hz. Ömer’i ve Hz. Umeyme’yi (R.A.) görevlendirmesi gibi. Mahremi olmayan bir kadının elini, onu tehlikeden kurtarmak ve zaruri tedavi gibi dinen müsaade edilen bir mazeret yokken tutup musafaha etmek, hayır gibi gözüken bir iş için de olsa caiz değildir. Bu, Sünnet’e uygun olmadığı gibi, yapana hayır da getirmez. Allame Eşref Ali Tanevî (Rh.A.) bu konuda şu tesbitleri yapmıştır: “Bazı bilgisiz veya dikkatsiz kimseler, kadınlardan el ele biat alıyorlar. Bu kesinlikle caiz değildir. Yabancı kadının tenine zaruretsiz el dokundurmak günahtır.

Hadiste, bu amelin batıl ve haram olduğu belirtilmiştir. Peygamber Efendimiz (A.S.)’dan daha müttaki ve iffetli kim olabilir? Kadınlardan biat alma konusunda Peygamber Efendimiz’in bu kadar çok dikkat etmesine rağmen, hiçbir mürşidin kendisini baba veya melek gibi görerek, sorumsuz ve hayasız bir şekilde kadınlarla biat etmesi doğru değildir. Biatın anlamı söz vermektir. Bunun sözle olması yeterlidir. Son devirlerde bazı mürşidler, bağlanmayı kuvvetlendirmek ve halkın kalbini teskin için, bir kumaş parçasının bir ucunu kendisi tutup, diğer ucunu intisap edecek kimseye uzatarak intisap yaptırmaktadırlar. Bunun hiç bir zararı yoktur. Ayrıca erkekler içinde zaruret halinde veya zaruret olmadan sözlü biat yeterli olabilir. Bunun da hiçbir sakıncası yoktur. Fakat elle biat yapmak, biatın en çok alışılan şeklidir ve erkekler için bu hususta hiçbir mani yoktur. Hatta elle yapılması, biatın zahirî ve batınî manasını içinde bulundurduğu için daha evlâdır.” İntisabın gerekleri İntisap eden kimseye lazım olan ilk şey ihlastır. İhlas, işini, ibadetini, hizmetini Allah’ın rızası için yapmaktır. İntisap kâmil mürşide yapılmalıdır. Bu mürşid, Hz. Peygamber (A.S.)’a kadar uzanan bir silsileye sahip bulunmalıdır. İrşad izni olmayan ve silsilesi bulunmayan kimseye yanaşmamalıdır. İntisap edilen kâmil mürşidi Allah için sevmek, bu yolda ona güvenmek, onun bu işte mahir olduğunu bilip kendisine itimat etmek, terbiye ve terakki için şarttır. İntisap, itaat ve samimiyet ister. Yolun gereklerini, mürşidin emir ve tavsiye ettiği vazifeleri gücünce yerine getirmeyen kimse, intisabında samimi değildir. İntisabı sahih ve sağlam hale getirmek için mürşitle aynı yolu, aynı ameli ve aynı hali bir derece paylaşmalıdır. İntisap ölene kadar samimiyetle korunmalıdır. Kâmil mürşidi Allah için seven ve elinden tutan kimse, bu sevgiyi ve beraberliği hayatın her döneminde, acı-tatlı hallerinde muhafaza etmelidir. İntisabın meyveleri Bir mürşide intisap eden kimseyi, mürşidi Allah’ın bir emaneti olarak görür; sever, terbiye halkasına alır. Sadık mürid, mürşidin manevi evladı olur, onun ailesinden sayılır. Bu sayede bütün silsilenin bereketine kavuşur, manevi mirasına konmuş olur, feyizlerinden nasiplenir. İnsan sevdiği ve tabi olduğu kimselerle haşrolur. Kıyamet günü Allahu Tealâ herkesi imamı ile birlikte huzuruna çağırır. Kâmil mürşide tabi olan kimse mürşidi ve onun bağlı olduğu veliler ordusuyla birlikte mahşere gelir. Veliler, kendilerine verilen şefaat yetkisini önce tanıdıklarına kullanırlar. İntisap eden kimse bir cemaatin içine katılmış olur. Bu cemaat dua, göz yaşı, zikir ve tavsiye ile Allah yolunda birbirlerini desteklerler.

Şeytana karşı siper olurlar. Cemaat halinde yapılan hayırlı amellerin sevabına bütün cemaat ortaktır. Bir kâmil mürşidin duaları içinde anılmak, onun yapmış olduğu zikir, amel ve hizmetlerden bir hisse almak mürid için en büyük kazançtır
Tasavvufa dışarıdan bakanların anlamakta güçlük çektikleri bir mesele de mürşide teslimiyettir. Özellikle tasavvuf ehlinin mürid-mürşid ilişkisine, ölü ve yıkayıcısı ilişkisini örnek göstermeleri itirazlara sebep olmaktadır...

Tasavvuftaki mürşide teslimiyetin karakteri ve sınırları gerçekte nedir? Bu teslimiyetin insan iradesinin reddi anlamına geldiğini söyleyenler haklı olabilir mi?

Tasavvuf adabıyla ilgili biraz kitap karıştıranlar şu ifadeyi mutlaka okumuşlardır: “Bir mürid, mürşidine hiç itirazsız teslim olmalıdır. Öyle ki, bir ölü, yıkayıcısına nasıl hiç itiraz etmez, ne tarafa çevirse dönerse, mürid de mürşidine karşı böyle olmalıdır. Mürşidine ‘niçin?’ ‘neden?’ diye itiraz eden kimse maksadına eremez.”

Gerçekten de bütün tasavvuf kollarında mürşidler, müridlerinden bu manada bir teslimiyet isterler. Ancak böyle bir teslimiyet anlayışı eleştirilmekte ve şöyle itiraz gelmektedir:

“Mürşid de olsa, bir insana bu derecede teslim olmak doğru olabilir mi? Böyle bir teslimiyetin dinde yeri, terbiyede gereği var mıdır? Bu durum, insan hürriyetini yok etmek ve birilerinin esaretine girmek değil midir? Allah ve Rasulü’nden başka emirlerine itiraz edilmeyecek kimse var mıdır? Mürşid hiç yanılmaz mı? Yanılırsa, onu uyarmak ve yanlışını göstermek gerekmez mi? Böyle yapan bir kimse niçin manevi terbiyede yolda kalsın?”

Asıl teslim olunan Yüce Allah’tır

Aslında, Yüce Yaratıcı’dan başka hiç kimsenin insanları kendisine itaat etmeye davet yetkisi ve görevi yoktur. Her emrine uyulacak, her hükmünde teslim olunacak tek varlık, alemlerin sahibi Yüce Allah’tır. Hiç bir peygamber de kendi şahsından kaynaklanan bir sebep ve yetkiyle insanlara bir şeyi emretme veya yasaklama yetkisine sahip değildir. Fakat peygamberi Yüce Allah davetle görevlendirip halkın arasına gönderdiği zaman, konumu, yetkisi ve insanlar üzerindeki etkisi değişir.

Kur’an’da belirtildiği gibi, Allah’ın gönderdiği peygambere itaat eden kimse, bizzat Allah’a itaat etmiş olur. Ona isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur (Nisa/80). Hz. Peygamber A.S.’a uymadan hiç kimse Allah’ın rızasına ulaşamaz. Onu anne-babası dahil bütün insanlardan daha fazla sevmeyen kimse tam mümin de olamaz (Buharî, Müslim). Onun öğrettiği dine sadece kalbiyle değil, bütün his ve hevesiyle, içi ve dışıyla uymayan kimse gerçek mümin sıfatını alamaz (Begavî, İbnu Asım, İbnu Recep). Çünkü Hz. Peygamber A.S. Allah’a giden yolun kılavuzu, bu yolda insanların terbiyecisi ve sahibidir. Her hükmü Cenab-ı Hakk’ın hükmü yerindedir. Onu insanlığın önüne koyan Yüce Allah’tır. “Bu peygamberime uyun ki, benim muhabbetime, rızama ve cennetime ulaşın!” diyen de bizzat Yüce Allah’tır.

Bunun için, insan Yüce Allah’a muhabbet ve teslimiyetini ancak O’nun peygamberine gösterdiği muhabbet ve teslimiyet ile ortaya koyabilir. Bu açıdan bakıldığında, günümüzdeki bir insanın Allah yoluna davet eden bir mürşide göstereceği samimiyet ve teslimiyet de Allah sevgisinin ispatından başka bir şey değildir. Bu teslimiyet görünürde insana, hakikate ise Allah’a bağlanmaktır.

İçi ve dışıyla Hakk’a teslim olan kimse, Allahu Tealâ’dan başka her şeyin köleliğinden kurtulur, hür olur, kalbi Allah ile huzur, ilâhi aşk ile hayat bulur. Hakk’a itiraz eden kimse ise, iradesini nefsinin eline vermiş olur. Bundan sonra o kimse kendisini hür irade ve hürriyet sahibi görse de, aslında bütün yaptıkları bir çeşit köleliktir. Çünkü bu kimse, devamlı nefsine köle, şehvetine esir, midesine hizmetçi, maddeye bekçi, insanların aferin ve alkışına bağımlı bir halde hayat sürmektedir. Böyle bir hayat şeref ve hürriyet değil, tam manası ile zillet ve köleliktir. Asıl hürriyet, Yüce Allah’tan başka hiç bir varlığa kulluk yapmamaktır.


 


* BENZER KONULAR

Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]


Ozanlardan Single Eserler - Karma 320 kbps Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:20:38 ÖS]


Esat Kabaklı - Oğul Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:07:15 ÖS]


Ehl-i Beyt ve Kerbelâ Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:49:31 ÖÖ]


Filistin’in Tarihçesi Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:42:17 ÖÖ]


Cennetlik Kadınlar 3 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:10:52 ÖÖ]


Cennetlik Kadınşar 2 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:06:00 ÖÖ]