Tevazu ve Samimiyet
İnsan çok yönlü ve özellikli bir varlıktır. Kendisine göre hayalleri ve beklentileri vardır. Öyle ki bazılarının plan ve düşüncelerine bir değil birkaç ömür bile yetmez. Şüphesiz ki bu istek ve arzu; düşünme, araştırma, değerlendirme, ders ve ibret almaya yönelik olduğu müddetçe yararlı olabilir. Çünkü kişinin içinde yaşadığı çevreyi tanıması, onlarla ilişkilerini düzenlemesi ve toplumla bütünleşmesi ayrı bir önem arz etmektedir. Hemen hatırlatmak gerekir ki gelecekle ilgili olup biten olayları analiz ederek doğru bir şekilde değerlendirmenin, insanları harekete geçirmenin ve inandırıcı olmanın en etkili yolu; samimi, dürüst ve tevazu sahibi olmaktır. Batılı sosyolog Duclos insani ilişkiler açısından tevazunun önemli bir davranış biçimi olduğunu şöyle ifade etmektedir: “İyilik ve tevazu, bütün düşmanlıkları yener. Bu nedenle başarı ve zafere ilave edilecek yegâne süs tevazudur.” (Bilal Eren, Güzel Sözler Antolojisi, c.2, s. 278.) Bu itibarla biz bu yazımızda; stres, gerginlik, kırgınlık, gurur, kibir ve aşırılıkların arttığı çağımızda “Tevazu ve Samimiyet” konusu üzerinde durmak istiyoruz. Ömrü, yetkisi ve gücü sınırlı olan nice insan, bazen gereğinden fazla hayal, gurur ve kuruntularla kendisine haksızlık etmektedir.
Tevazu; alçak gönüllü olmak, kendi hatasını fark etmek, nefsine haddinden fazla değer vermemek, gurur ve kibirden uzak bir hayat tarzını yaşamaktır. Böylece Allah’ın takdir ettiğini gönül hoşluğu ile kabul edip “lütfun da hoş, kahrın da hoş” diyerek O’na teslim olmaktır. Nitekim Yüce Allah da; mütevazı insanların davranışlarını açıklarken; “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimseleredir.” buyurmuştur. (Furkan, 63.) Görülüyor ki bu vasfı taşıyanlardan maksat; alçakgönüllü, huzur ve vakar içinde olan kimselerdir. Bunlar şımarıp böbürlenmezler ve Allah’ın nimetlerini küçük görmezler. Hz. Peygamber (s.a.s.) ise bu hususta; “Allah bana birbirinize karşı mütevazı olup alçak gönüllü davranmanızı ve hiçbir kimsenin diğer bir kimseye karşı böbürlenmemesini vahyetti.” buyurmuştur. (Müslim, Cennet, 16.) Hz. Ömer (r.a.) de konumuzla ilgili şöyle bir olayı nakletmektedir: “Bir gün izin alarak Hz. Peygamber (s.a.s)’in huzuruna girdim. Baktım ki üzerinde oturduğu hasır vücudunda iz bırakmıştır. Çevresinde bir avuç arpa, deri bir kırba ve bir miktar selem yaprağı bulunuyordu. Bu manzarayı görünce ağlamaya başladım. Bana; ya Ömer niçin ağlıyorsun? Dedi. Ben de, ey Allah’ın elçisi nasıl ağlamayayım? Şu hasır, vücudunda iz bırakmış. İçinde bulunduğun odada da fazla bir şey yok. Hâlbuki Kayser ile Kisra ırmakların kenarında, meyveler içinde yaşıyor. Fakat siz Allah’ın elçisi olduğunuz halde bu mütevazı ortamda yaşıyorsunuz. Bunun üzerine Allah’ın Rasulü doğruldu ve şöyle dedi. “Ya Ömer, dünya nimetlerinin onlara, ahiret nimetlerinin de bize ait olmasına razı değil misin?” buyurdu. (Müslim, Talak, 5.)
Tasavvuf mensupları da; tevazu ve alçak gönüllülüğe çok önem vermişlerdir. Bunlara göre tevazu insanlara; şefkat, merhamet ve yumuşaklıkla davranmaktır. Kimden gelirse gelsin, hakkı kabul etmektir. Bu anlamda izzet, şeref, hürriyet ve itibar da tevazudadır. Böylece tevazunun sosyal hayata yansıması gerektiği vurgulanarak bunun, bütün insanlarda güzel olduğunu ancak zenginlerde daha değerli olduğu belirtilmiştir. Buna karşılık kibir ve gururun da bütün insanlarda çirkin olduğu ancak fakirlere hiç yakışmadığı ifade edilmiştir. Hal böyle olunca kişinin büyüklüğü tevazusunun zenginliği, küçüklüğü ise; kibir ve gururunun çokluğu ile orantılıdır. Bu nedenle akıllı, bilgili, erdemli insanlar daima alçak gönüllü ve ağır başlı olmuşlardır. Bunun en güzel örneğini Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yaşantısında görmek mümkündür. Çünkü o; gurur ve kibri kınayarak Müslümanların birbirlerine karşı mütevazı olmalarını emretmişlerdir. Bu bağlamda İslam ahlak geleneğinde tevazu, bir peygamber hasleti olarak kabul edilmiştir. Nitekim Yüce Allah, az önce işaret edildiği gibi kullarının davranışlarını sınıflandırırken tevazu ve alçakgönüllülüğe şöyle işaret etmiştir: “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selam” der (geçer) ler.” (Furkan, 63.) Burada müminlerin; ağır başlı, vakar sahibi, yumuşak ve tevazu gibi ortak bir paydaya sahip oldukları vurgulanmıştır. Diğer taraftan kendini beğenmiş, saldırgan, gururlu ve kibirli insan tipi kınanmıştır. Bunların barbarlık davranışlarıyla Müslümanlara sataşmaları durumunda, müminlerin selamla karşılık vererek aldırış etmemeleri uygun görülmüştür. Çünkü asıl uygarlık ve olgun ahlak; Müslümanların, Allah’ın huzurunda tevazu, huşu ve samimiyetle durup ibadet etmeleri ve içten gelen bir teslimiyetle gayba inanmalarıdır.
Ancak bir yanlış anlamayı önlemek için tevazu ve alçakgönüllülüğün zilletten farklı olduğunu hatırlatmak gerekir. Mümin hakkın karşısında susmayı, ezikliği, küçümsenmeyi ve değerlerinin incitilmesini kabul edemez. Tersine haksızlığın ve yanlışların karşısında dikkatli ve temkinli davranmalıdır. Allah müminlerin bu hallerini şöyle bildirmiştir: “Muhammed Allah’ın Rasulüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler...” (Fetih, 29.) Görüldüğü gibi müminler; kendi aralarında şefkatli, merhametli ve nazik davranırlar. Zekâ, yetenek, güç ve servetlerini toplumun barış ve huzuru için kullanırlar. Birbirlerine karşı bir baskı ve fırsat olarak değerlendirmezler. Ancak şu kadar var ki, halk arasında fesat çıkaran, huzur bozan ve haksızlık yapan olursa onlara karşı dikkatli, temkinli, sert ve dirençli olmakta tereddüt etmezler.
Allah katında makbul olan tevazu, itidal üzere olanıdır. Bu da, her hak sahibine alacağını vermektir. Halka karşı mütevazı olmak ise; huzur ortamını sağlamak, söz ve konuşmalarında, güler yüzlü ve umut verici olmak, sorulara yumuşak cevap vermek, davetlere icabet etmek, ihtiyaçları karşılamak ve kendisini halktan üstün görmemektir. Bir gün adamın biri Peygamberimiz’in huzuruna gelince, peygamberlik heybetinden, titremeye başlamıştı. Durumu fark eden Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kendine gel! Ben bir hükümdar değilim. Ben ancak, Kureyş kabilesinden, kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum!” (İbn-i Mace, Sünen, c. 2, s. 1100.)
Yeri gelmişken şu ibretli olayı da hatırlatmakta yarar vardır: Hz. Peygamber (s.a.s.) Kâbe’nin çevresinde otururken bazen yanına kimsesizler ve fakirler gelirdi. Allah’ın elçisi bizzat kendisi onlarla ilgilenir, sohbet eder ve yardımcı olurdu. Müşrikler bu durumu görünce yüzlerini çevirerek; “Allah’ın aramızdan kendilerine hidayet ve ihsanda bulunduğu kimseler bunlar mı? Biz bunların arkasından mı gideceğiz? Diyerek onları küçümsemişlerdir. Şayet onları yanından uzaklaştırırsa kendisini ziyaret edebileceklerini ifade etmişlerdir.” Fakat buna rağmen Hz. Peygamber (s.a.s.) bu gariplere sahip çıkmış ve onları meclislerine alıp beraber oturmaya devam etmiştir. (M. Asım Köksal, İslam Tarihi, c.11, s. 468.) Görüldüğü gibi müşrikleri bu duruma sevk eden ister zenginlik olsun, ister soy farkı olsun temelinde gurur, kibir ve bilgisizlik vardır.
Allah insanlara; ibret olması açısından Hz. Musa (a.s.) döneminde hazinelerinin anahtarlarını, yalnız başına taşıyamayacak kadar mal ve servete sahip olan ve bununla övünen “Karun’u” örnek göstererek şöyle buyurmuştur: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.” (Kasas, 76.) Gerçekten böbürlenen insanın yüzü asık ve soğuk olur. Bir mecliste uzun süre duramaz. Dursa bile etrafında kimse kalmaz. Bu yüzden böbürlenen kişi aslında farkında olmadan kendisine de haksızlık etmektedir. Herkes ondan rahatsızdır. Onunla komşuluk ve arkadaşlık bile zordur. Dolayısıyla mal ve servet onu fazla mutlu etmemektedir. Nitekim Lokman suresinin on sekizinci ayetinde de bu husus açık bir şekilde belirtilmiştir: “Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah, hiçbir kibirleneni, övüneni sevmez.” Bu ayette Lokman, oğluna; kibir ile yüzünü insanlardan çevirmemesini, yeryüzünde böbürlenerek yürümemesini hatırlatmaktadır. Ayrıca Allah’ın kendisini beğenmiş ve kendisini öven insanları sevmediğini belirtmektedir. Şu ayet-i kerimede ise; böbürlenmenin boş, anlamsız bir kuruntu ve kötü bir huy olduğu, kişi büyüklük taslasa da yeri yaramayacağı, boyunun da dağlara ulaşmayacağı açıkça ifade edilmektedir. Bütün buna rağmen anlamsız bir kuruntu ile inadında ısrar ederse Allah’ın kendisini beğenen insanları sevmediği vurgulanmaktadır: “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin.” (İsra, 37.) Aslında yeryüzünde böbürlenerek dolaşmak, kişinin boş kuruntulara kapılmaktan başka bir şey değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) kibrin, kötü bir huy olduğunu hatırlatmış ve kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine bazıları “ya Rasulellah insan elbisesinin güzel olmasını ve ayakkabısının yeni olmasını sever.” Dediler. Hz. Peygamber (s.a.s.); “Şüphesiz Allah cemil (güzel) dir. Güzelliği sever. Kibir ise, hakkı inkâr etmek ve insanları hor görmektir.” (Müslim, İman, 39.)
Diğer hadislerde de kibir; gerçeği inkâr etmek, hakkı kabul etmemek, insanı küçümsemek ve hor görmek olarak değerlendirilmiştir. Buna göre kibir; tevazunun karşıtı olarak “kişinin kendisini üstün görmesi ve başkalarına aşağılayıcı davranışlarda bulunması” şeklinde algılanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şu hadisi de bu açıklamaya ışık tutmaktadır: “Dikkat edin, size cennet ehlini haber veriyorum: Bunlar; zayıf ve aynı zamanda mütevazı olan kimselerdir. Onlar Allah üzerine yemin etseler, Allah onları yeminlerinde muhakkak haklı çıkarır. Yine dikkat edin, size ateş ehlini haber veriyorum: Her katı yürekli, her hilekâr aldatıcı ve her ululuk taslayandır.” (Buhari, Edeb, 61.)
Yukardan itibaren açıklandığı gibi mütevazı ve samimi olmak sadece birey merkezli bir olay değildir. Tarih boyunca birlikte ve birbirine muhtaç olarak yaşayan fert, toplum ve devletlerin karşılıklı sorumlulukları vardır. Daha doğrusu bunlar bir vücudun değişik organları gibi tamamlayıcı unsurlardır. Diğer bir ifade ile biri diğerinin alternatifi değildir. Bir insanın nerede ne zaman dünyaya geleceği, ırkı, rengi ve dilinin nasıl olacağı da çoğu kez kendi tercihinin dışında bir olaydır. Diğer taraftan bunlar; biraz da zorunlu olarak aynı coğrafyayı, iklimi ve sosyal mekânları paylaşmaktadır. İşte bütün bu zorunluluklara ve ortak değerlere rağmen insanların birbirilerinin varlıklarına tahammül etmemelerini anlamak mümkün değildir. İçinde yaşadığımız modern çağın ve medeniyetin birikimine rağmen insanlar hâlâ birbirlerinin varlığını kabul etmiyor, onu dışlıyor, aç, susuz, hor, hakir ve sefil kalmasına rıza gösteriyorsa oturup her şeyi yeniden ele almak gerekiyor. Kaldı ki bugün sahip olunan nimetler ve fırsatlar hiç kimsenin tekelinde değildir. Dün o nimetler bizden öncekileri oyalamıştı. Bugün bizi oyalıyor, yarın da başkalarını oyalayacaktır. Doğal olarak insanı olduğundan fazla meşgul eden mal, mülk, makam, mevki ve diğer süsler sıkça el değiştirmektedir.
Şayet insan kendi yaratılışı, varlığının nedeni ve hikmeti üzerinde yoğunlaşırsa, çevresiyle daha rahat ve barışık olabilir. Çünkü Allah bütün insanları en güzel bir şekilde yaratmıştır. Birbirlerinden üstünlükleri ve faziletleri ancak Allah’ın emir ve yasaklarına hassasiyet göstermekle derecelendirilebilir. Hal böyle olunca hiç kimsenin diğerine karşı gurur, kibir, öncelik ve üstünlük iddiasında bulunması doğru değildir. Allah varlıklar üzerinde büyüklük ifade eden sıfatları sadece kendi uhdesinde tutmuştur. Zaten insan hayatı; çocukluk ve ihtiyarlık dönemleri başta olmak üzere aciz ve zayıf olarak yaratılmıştır. Bakınız Yasin suresinin altmış sekizinci ayeti; insanın organik ve zihinsel yeteneklerinin gitgide nasıl zayıfladığını veciz bir şekilde ortaya koymaktadır: “Kime uzun ömür verirsek onu yaratılış çizgisinde tersine çeviririz. Hiç düşünmezler mi?” İnsanın; kendisine verilen ömür, mal, mülk ve makamı, bitmez tükenmez bir sermaye ve fırsat olarak değerlendirmesi büyük bir yanılgıdır. Oysaki Allah uzun ömür verdiği kimselerin bünyelerini zamanla baş aşağı eder. Belleri bükülür. Yüzleri kırışır. Hafızaları zayıflar. Öyle ki bir kısmı hayatlarının başlangıcında olduğu gibi bir şey bilmez duruma gelir. Bu ilahî yasalarının bir sonucudur. Onu düzenleyen Allah’tır.
Zaten iyi düşünenler bütün bu sürecin Allah’ın tedbirleriyle şekillendiğini anlar ve yalnız O’na tam tevazu, samimiyet ve teslimiyet içinde kulluk eder. (Bkz: Prof. Dr. S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 7, s. 358.)