GEVŞEMEYİN YOKSA GÜCÜNÜZ GİDER
Tarih boyunca Müslüman toplumlar acı ve elemin her türlüsünü yaşamışlardır. Ancak bugünkü kadar küresel ölçekte, acının herkes tarafından hissedildiği bir dönem belki de hiç olmamıştır. Bu gün İslam topraklarının her bir köşesinden yükselen acı feryatları, kan ve gözyaşını yansıtan haber ve görüntülere şahit oldukça, ıstırab ve kederimiz an be an artmaktadır. Sanki ümmet dört bir tarafından üzerine boşalan kan ve gözyaşı tufanının tam ortasında boğulmakta; kuşatıldığı fitne ateşinin içinde cayır cayır yanmaktadır.
İslâm ümmeti birinci dünya savaşı ve sonrasında gelişen olayların ardından adeta ölüm döşeğinde bitkisel hayat süren dev bir et, kemik yığını haline gelmişti. Artık bu vücudun uzuvları birbirinin ızdırabını hissetmez olmuştu. Çünkü vücudun her bir azasını birbirine bağlayan merkezî sinir sistemi dumûra uğratılmış; ümmetin kalp ve beynini temsil eden halifelikle birlikte İslâm birliği de yok edilmişti. Artık bütün dünyada hak ve adaletin tesisi için hiç durmadan koşturan en hayırlı ümmet kıpırdayamaz hale getirilmişti. Onun bu hareketsiz hali İslam düşmanlarına cesaret vermiş, bu cesaretle küffar, son darbeyi vurarak İslam’ı ve ümmeti yok etmek için her melaneti dener olmuştu. Düşmanın kötü ve zalimâne girişimleri hala devam etmekte ve belki de kıyamete kadar sürecektir. Efendimiz (s.a.s) ümmetinin başına gelecekleri 1400 yıl önce şöyle tasvir etmişti:
"Bir gün gelecek kâfir milletler sizin başınıza oburların yemek çanağına üşüştükleri gibi üşüşecekler. Orada bulunanlar ‘O gün biz az olacağımız için mi böyle olacak ya Rasûlallah?’ dediler. Rasulullah (sas) şöyle cevap verdi: Hayır o gün siz çok olacaksınız, lakin siz selin üzerinde sürünüp giden çer çöp gibi olacaksınız...”
Dünya haritasını önümüze koyup baktığımızda acı bir gerçekle karşı karşıya kalırız. Nerede bir çatışma, savaş, katliam, göç, açlık, sefalet ve zulüm varsa orasının Müslüman coğrafyası olduğunu veya orada Müslümanların yaşadığını görürüz. Neredeyse, dünya üzerinde akan her bir kan,masum Müslümanların kanı; mezara konulan her bir beden,yaşlı, kadın, çocukve her yaştan Müslüman’ın bedeni olmaktadır. Birçok bölgede Müslümanlara karşı ehli küfrün vahşeti hâlen devam etmektedir.
Sevgili Efendimiz (sas), ümmetin bu vahim duruma düşmesinin sebebinin sayıca az olmakla ilgisi olup olmadığını soran sahabisine: “Hayır, bilakis o gün sayıca çok olursunuz. Fakat selin üzerinde darmadağın bir şekilde akıp giden çer çöp gibi olacaksınız. Allah (cc), düşmanlarınızın kalbinden sizin mehabetinizi (saygınlığınızı ve korkunuzu) çekip çıkarır ve sizin kalbinize de VEHN koyar.” buyurdu.
"Vehn nedir, ey Allah'ın Resulü?" diye sorduklarında ise şöyle buyurdu: "Dünya sevgisi ve ölüm korkusu." [1]
Vehn kelimesinin sözlük anlamı dayanıksız, zayıf ve güçsüz olmak, gevşeklik göstermektir. Eğer Müslüman, dünya hayatını ahiretten daha fazla sever, ahiret hayatına göre kendini hazırlamayıp, gerçek hayatın başlangıcı olan ölümü ebedî yokluk bilip ondan korkarsa, küfre ve şeytanın tuzaklarına karşı direncini kaybeder. Müslüman kişi ve devletler küfre ve zulme karşı gereken mücadeleyi ve mücahedeyi göstermekten kaçınır ve asrın gereği olan maddi imkânları kullanamazsa nüfusça çok olsalar bile hiç bir kıymetleri olmaz. Bu durumda kâfirler, İslam dünyasını önlerine konmuş bir sofra gibi görüp, bu cazip sofrayı paylaşmak için birbirlerini davet edeceklerdir. Onları böyle bir işi yapmaya cesaretlendiren şey Müslümanların azlığı değil aksine onların takva bakımından güçsüzlüğü ve dünyaya aşırı düşkünlükleri olacaktır.
Müslümanların yaşamakta oldukları bu vahim duruma düşmelerinin birçok sebebi ve bu durumu hazırlayan birçok güç odağı olabilir. Müsebbib olarak sadece İslam düşmanı mihrakları görmek, kötülüğün ve zulmün kaynağını şer güçlerde, emperyalistlerde veya siyonistlerde aramak doğru ancak eksik bir bakış açısıdır. Kendinden kaynaklanan olumsuzlukları görmezden gelerek başkalarının yaptıklarıyla uğraşmak doğruyu ve çözümü bulmaya yardım edecek bir davranış tarzı değildir.
Bugün Irak, Suriye, Libya, Yemen, Somali gibi nüfusunun tamamına yakınının Müslüman olduğu ülkelerde şahidi olduğumuz çatışma görüntüleri,maalesef ehli küfür ile ehli İslam arasındaki savaşın görüntüleri değildir. Allahu Ekber diyerek Müslümanın boğazını kesenler, Müslüman kitlelere canlı bomba olup saldıranlar, namaz kılınırken camileri bombalamayanlar, pazar yerindeki halkın üzerine misket ve fosfor bombası atanlar, kadınların namusuna göz dikenler yine Müslümanların içerisinden çıkan kimselerdir. Filistin, Çeçenistan, Doğu Türkistan, Mısır ve Keşmir gibi mazlum İslâm coğrafyalarında siyonistlere ve zâlim emperyalistlere karşı yürütülen meşru mücadele bütün Müslümanların takdirini toplarken, iç savaş yaşayan ve masum sivillerin oluk oluk kanının aktığı İslâm coğrafyaları da insaf ehli bütün Müslümanların içini kanatmaktadır.
Müslümanın kanı dökülmekte, masumlar canlarından olmakta, camiler, peygamber ve sahabe kabirleri parçalanmakta, Müslümanın izzet ve onuru kafirler eliyle olduğu kadar, adı adına benzeyen, onunla aynı kıbleye yönelen kimseler tarafından yok edilmektedir. Bu zilletten kurtuluşun yegane yolu tefrikayı kovmak, ittihâd-ı İslâmı gerçekleştirmektir.
Tefrika
Sözlükte “ayırma, ayırt etme, parçalama; dağılma, parçalanmışlık” anlamlarına gelen tefrika, terim olarak belirli bir dinî, fikrî veya siyasî birliğe sahip insan topluluklarının bölünüp parçalanmasını, fırkalara ayrılmasını ifade eder. Tefrikanın karşıtı vahdet/cemaattir. Tefrika, “görüş ayrılığına düşme” anlamına gelen ihtilâfla da yakından ilişkilidir. İhtilâf bazı durumlarda tefrika ile eş anlamlı gibi kullanılsa da genelde,sadece fikir ayrılıklarını belirtmek için kullanılan bir tabirdir.
Dinî yorumlarda ortaya çıkan görüş farklılığı derinleşerek sosyal ve siyasal parçalanmalara yol açabilir; bunun aksine sosyal ve siyasal çekişmeler şiddetlenip dini yorumlamada kalıcı ihtilâflara ve ayrışmalara götürebilir. Naslarda dinin aslî yapısını ve ümmetin bütünlüğünü bozacak her türlü parçalanma yasaklanmakla birlikte, tefrikanın en tehlikeli olanı,geçmiş ümmetlerde görüldüğü gibi fikrî ve siyasî bölünmelerin dinde kalıcı fırkalaşmalara, bunun da dinî metinlerin ve hükümlerin tahrifine yol açmasıdır.Dinde tefrika veihtilâfın sebebi, vahiyle gelen bilgilere muhalefet edip nefsânî arzulara uyma ve taşkınlık yapma (bağy) şeklinde ifade edilir (el-Bakara 2/90, 213; Âl-i ımrân 3/19; eş-şûrâ 42/14).[2]
Kur’an tefrikaya karşı Müslümanları uyarır. Ehl-i kitabın kendilerine ilim geldikten sonra nefsânî arzularına uyarak hak yoldan saptığını[3], parçalanıp bölünmenin dinî tebliğin ortadan kalkmasına yol açtığını bildirerek geçmiş ümmetlerden örnekler verir.[4]
Müslümanları zillete düşüren, birlik ruhunu zaafa uğratan ve ümmetin içinde derin yaraların açılmasına kaynaklık edecek olan tefrika hastalığından kurtulmanın yegâne yolu, Müslümanların birbirleriyle aynı inanç esaslarını paylaştıklarını unutmamaları, birbirlerini iman kardeşliğinin verdiği dinamizmle içten sevmeleri ve aralarında olması gereken hoşgörü erdemini birbirlerine karşı asla esirgememeleridir. Şeytanın ümmeti parçalamak üzere teşvik ettiği kibir, ırkçılık, hased,bencillikgibi hendekler de aşıldığında dünya Müslümanlarının her konuda birlik ve beraberlik içinde olmalarının önünde hiçbir engel kalmayacaktır. Bu günkü elim ve ruhlarımıza azab veren durumdan kurtuluşun yolu Efendimiz aleyhisselâmın Allah’ın inayetiyle tesis ettiği tevhid anlayışına ve vahdete tekrardan dönmekten geçer. Ancak bu şekilde asr-ı saadetin güzelliklerini tekrardan yaşayabiliriz.
Dinin Özü Tevhid
Allah Teâlâ’nın insanlık için seçtiği dinin temel ilkesi tevhiddir. "لا اله الا الله""Allah’tan başka ilah yoktur" sözü tevhidin özünü teşkil etmektedir.Tevhid, Kur’an ve Sünnetin ruhu, bütün peygamberlerin gönderiliş gayesidir.
Tevhid yaratan, yaşatan ve yöneten olarak sadece Allah’ı kabul etmek, bir tek Onu tanımaktır. Allah’ı birlemek, Hak yoluna girmenin başlangıcı ve Allah’a inanmanın ilk basamağıdır. Rabbimiz şöyle buyurur: “ Senden önce hiçbir Rasûl göndermedik ki ona; “Benden başka ilah yoktur. Şu halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.”[5]
Tevhid inancı zihinlerde yer ettikten sonra insanları haktan saptıran inançlara yer kalmayacaktır. Allah Teâlâ’yı bir ve tek bilen muvahhid mü’min, tevhid inancı gereği, kendisiyle aynı inancı paylaşan mü’minleri kardeş bilir, tevhidi toplumsal birlik düzeninin içine yerleştirir. Müslüman toplumun vahdetini, birlik ve bütünlüğünü, kardeşliğini, kardeşçe yaşamasını hedefler, o hedefe hizmet eder.
Tevhid inancı, mü’min şahsiyetin birlik ve bütünlük içinde bir İslam toplumu için çalışmasını ve kendisini böyle bir toplumun parçası olarak görmesini gerektirir. Tevhid inancı, insan hayatı açısından inanç düzleminde Allah’ı bir bilmek iken, toplumsal hayat düzleminde Müslümanların vahdetini gerekli görmek, onu korumak için gayret etmek demektir.[6]
İslâmî Vahdet
Vahdet ümmet olarak safları sık tutmayı, toplumda birliğin hâkim olmasını, hayır olan şeylerde dayanışmayı, sevinç ve üzüntüleri paylaşmayı, küfre karşı birlikte gayret etmeyi ifade eder. Vahdeti sağlamak parçalanmayı ve tefrikaya düşmeyi önler. Tevhid inancını benimsemiş mü’minler, Allah yolunda ve batıla karşı,tuğlaları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak yaşayıp mücadele ederler.
“Hiç şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”[7]
Kur'an, mü'minleri, yardımlaşmaya, ayrılığa düşmemeye ve birlikte hareket etmeye teşvik etmiştir.Ancak bütün yönlendirme ve uyarılara rağmen Müslümanların fırkalara ayrılacağını Efendimiz aleyhisselâm bize şu şekilde haber vermektedir: "İsrailoğullarının başına gelen şey, ümmetimin de başına gelecektir. İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı; ümmetim de onlardan bir fazlasıyla yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır ve biri dışında diğerleri cehenneme gidecektir. Dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Ateşten kurtulacak bu fırka hangisidir? O, benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu fırkadır."[8]
Ümmetin vahdeti hedefinin gerçekleştirilmesinde Rasûlullah’ın (s.a.s) metodunun izlenmesi gerektiği tartışılmaz bir gerçektir. Rasûl-i Ekrem, 23 yıllık risalet görevinden sonra ümmetine miras olarak Kur’an ve Sünnetini bırakmıştır. Kur'an idrakimiz ve sünnet kültürümüz, Müslümanlığımızın kalitesi ve güzelliğinin ölçüsüdür. Altın gibi bir din hayatı, ancak Kur'an ve Sünnet'e bakışımızın, bu hadis çerçevesinde olmasına ve bu düzeyde uygulamaya geçirebilmemize bağlıdır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz bu gerçeği pek açık bir şekilde şöyle ifade buyurmuşlardır: "Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmazsınız: Allah'ın kitabı ve Nebisinin sünneti."[9]
Şu an sayısız tefrika ve mezhep çatışmaları yüzünden parçalanıp birbirine düşman olmuş ümmeti gördükten sonra vahdetten söz etmek çok zordur. Ancak her türlü zorluğa rağmen her hangi bir ümitsizliğe kapılmadan Kur’an ve Sünnetin rehberliğinde, her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz tevhide dayalı bir vahdeti yeniden elde etmek için gayret göstermemiz gerekir. Hz. Muhammed (s.a.s) 23 sene gibi kısa bir süreçte, içki, kumar, faiz ve zinanın; kan davaları ile gasp ve talanın, iftira ve yalan-dolanın kol gezdiği, güçlü olanın zayıfı ezdiği bir cahiliyye toplumundan vahdet ve kardeşliğin hâkim olduğu İslâm toplumunu inşa etti. Efendimizin hareket metodlarını takip ederek bizler de yeniden tevhid çizgisinde buluşarak vahdeti gerçekleştirmiş bir Ümmeti tekrardan inşa edebiliriz. Bu yolda takip edilebilecek prensipleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1- İnanç ve ahlak esasları vazgeçilmez şartımızdır.
2- Hayatın her alanında Hz. Peygamberin örnek ve rol modelimizdir.
3- Kur’an’ın rehberliği ve ümmetin ortak kültürü hâline dönüşen Sünnet ana kaynaklarımızdır.“Sözlerin en güzeli Allah’ın kelamı, yolların en güzeli Muhammed’in yoludur.”[10]
4- Tevhid ve vahdetin önündeki tüm engellerin kaldırılması,
5- Irkçılık, kabilecilik, soy-sop, renk vb. ayrımcılıklar reddedilmelidir.
6- Aynı inanç ve ahlaki değerleri benimseyenlerin kardeşliği prensibine riayet edilir.
7- Bir şahsa, gruba, ırka, cinsiyete ve sınıfa imtiyaz verilmemelidir.
8- İstişare ile hareket edilmelidir.
9- Islah, ihya, inşa çizgisinde hareket edilmelidir.
10- Kadim geleneği ve kaynakları bilme ve sahiplenmeli; ancak bunları çağdaş bir yorumla sunma genel bir bakış açısı olarak benimsenmelidir.
11- İnsan hak ve hukuku gözetilmeli; insan hak, hukuk ve özgülüğüne yöneltilen her türlü olumsuzluk, hukuksuzluk ve zulme karşı açık tavır alınmalıdır.
12- Ehliyet ve liyakat öncelenmelidir.
13- İhtilaflı meselelerde, oluşturulacak uzman kurulların görüşlerine göre hareket edilmelidir.
Bütün bu prensiplerin ışığında İslâm ülkeleri yöneticileri zaman kaybetmeden ve Allah’tan başkasından korkmadan siyasi, askerî, ekonomik ve kültürel anlamda İslâm birliğini temin edecek adımları ivedilikle atmak üzere harekete geçmelidir. Bu yolda yardımcımız Allah’tır.
----------------------------------------------
[1] Ebu Davud, Melahim, 5
[2] Tuncay Başoğlu, Tefrika, DİA, c.40, s.279.
[3] Bakara 2/253; Âl-i İmrân 3/19; Câsiye 45/17.
[4] Rûm 30/32, Âl-i İmrân 3/105, En‘âm 6/159.
[5] Enbiya 21/ 25.
[6] Ejder OKUMUŞ,"Tevhid’den Vahdete İslam Toplumunda Birlik",Hz. Peygamber Tevhid ve Vahdet, DİB, s.115.
[7] Saf 61/4.
[8] Tirmizi,Sünen, İman 18; İbn Mace, Sünen, Fiten 17.
[9] İmam Malik, Muvatta, Kader, 3.
[10] Buhari, Edep: 122.