İstikameti Korumak
Rahman Sûresi 37’nci âyette Rabbimiz buyuruyor ki:
“Gök yarılıp da kızarmış yağ renginde gül gibi olduğu zaman…”
Kâinatı şiirdeki gül gibi düşünebiliriz:
Önce hârika bir zuhur ve tecellî…
Sonra fânilik sırrının tecellîsi…
Cenâb-ı Hak, içinde yaşadığımız âleme fenâ / yokluk mührünü vurmuş.
Kâinatta hep peş peşe bu sırları görürüz. Bahar ve güz, yaz ve kış… Hayat ve ölüm…
Yine bu sebeple kâinatta hem nizam, hem de kaos görünür. Eskiler kevn ü fesâd âlemi demişlerdir bu sebeple.
Bilim, entropi diye adını koymuş. Varlıkta bir kanun.
Bu kanuna göre, kapalı bir sistemde, enerji düzensizliğe doğru devam eder. Mesela bir sobadan yayılan ısı, odanın her yerine dağılır. Eğer arkası gelmezse soğukluğun içinde yok olur gider.
Termodinamiğin ikinci yasası diye adlandırılan bu kanun, geçerliliği hem teorik hem pratik olarak ispatlanmış ve âlemde en fazla alanda gözlemlenebilen kuvvetli bir hakikattir.
Kâinat, bizzat kendisi de bu kanuna uymakta, Big Bang denilen yaratılış anından bu yana sürekli genişlemektedir. Âlemdeki bütün yıldızlarda devamlı enerji üretilmektedir ancak bir gün hepsinin tükenmesi ve âlemin yok olması kaçınılmazdır.
Kâinatın içinde çok küçük bir yer tutan dünya gezegeninde de aynı kanun geçerlidir. Her gün güneşten gelen ısı ve ışık enerjisi olmasa, âlemde her şey soğur, donar ve ölür. Güneş ışığının suyu çevirmesi sayesinde gökten temiz sular inmese, her yer kurur ve hayat durur.
Allah-u Zülcelâl âlemdeki bu fânîlik kanununa şöyle dikkatimizi çekiyor:
“Onlara, dünya hayatının örneğini ver; gökten indirdiğimiz suya benzer, onunla yeryüzünün bitkileri yetişip, birbirine karıştı. Böylece rüzgârların savurduğu çalı-çırpı oluverdi. Allah, her şeyin üzerinde güç yetirendir.” (Kehf, 45)
Ayet-i kerimede açık bir şekilde dünya üzerindeki işlerin dağılmaya, birbiriyle karışmaya ve bozulmaya doğru gittiğini göstermektedir.
Can sahibi her bir varlık da ancak ömürleri müddetince bedenlerinin bütünlüğünü muhafaza ederler. Cesetten ruh çıktıktan sonra beden çürüyüp toprak içinde dağılır.
Âlemde dışarıdan gelen bir müdahale olmadıkça hiçbir şey kendiliğinden bir araya toplanıp, düzenli hâle gelmez. Ancak sebepler perdesi arkasından müdahale ederek Rabbimiz devamlı canlıları yaratır, onlara düzenli bir şekil verir, hayat bahşeder. Verdiği canı sürekli rızıkla besler.
Yeryüzünde her canlı rızık yiyerek bütünlüğünü ve hayatiyetini muhafazaya muhtaçtır. Bir sobaya odun atılmazsa söndüğü gibi, rızıkla takviye edilmediği zaman hayatlar da söner. Dünya gezegeni üzerindeki bütün hayatlar ve hareketler güneşten gelen enerji ile takviye edilmektedir.
Mademki bir kapalı sistemdeki enerji, dışarıdan takviye almadığı takdirde soğuyup, donuyor; bu durumda bir patlama ile genişlemeye başlamış ve sürekli yayılmakta olan kâinat da mutlaka soğuyup ölecektir. Entropi kanunu aynı zamanda kâinatın bir sonu olması gerektiğini de ispatlamaktadır.
Bugün bilim adamları kâinatın sonunda mutlaka bir kıyamet olacağını inkâr edememekte, sadece bu kıyametin dağılıp gitme şeklinde mi yoksa kendi içine çökme şeklinde mi olacağını tartışmaktadır.
Aslında bu kanun, “kendiliğinden oldu” şeklindeki iddialara sistemin içinden bir cevaptır. “Kendiliğinden” bozulma olur, dağılma olur. Gerçi o da kendiliğinden değildir. Orası ayrı.
Biz bu yazıda, bambaşka bir yere uygulamak istiyoruz bu kaideyi: “Kendi hayatlarımıza”
Eski zamanlarda hikmet anlayışında ilim dalları bugünkü gibi birbirinden ayrı sayılmazdı. Çoğu bilginler aynı zamanda hem tıp, eczacılık hem de astronomi ve matematik gibi sahalar üzerinde araştırma yaparlardı.
Bugün her ne kadar bilim dalları birbirinden ayrılmış olsa da entropi kanununun felsefeden sosyoloji ve psikolojiye kadar farklı sahalara uygulandığı bilinmektedir.
Cemiyetler de ancak da kuvvetli bir inançla, birlik beraberlik içinde ele ele vermiş, iyi yetişmiş insanların üstün bir gayret göstermesiyle güzel bir nizam kurarlar. Ama sonradan gelen nesillerde bu mânevî enerji zayıflar ve gayret azalır. Bunun sonucunda da o nizam bozulur.
Rabbimiz bu hakikate işaretle:
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine lutuflarda bulunduğu, Âdem’in soyundan gelen peygamberler; Nûh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımız, İbrâhim ve İsrâil’in (Ya‘kūb) soyundan gelenler ve doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerden olup, kendilerine Rahmânın âyetleri okunduğunda ağlayarak ve secde ederek yere kapanırlar.
Sonra bunların ardından artık namazı kılmayan ve nefsânî arzulara uyan bir nesil geldi. Bunlar elbette azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.”(Meryem, 58-59) buyurmaktadır.
Allah-u Zülcelâl’in afakta ve enfüste sergilediği delillerinin şerhi olan Kur’ân-ı Azîmüşşân da:
“İnsanlar başlangıçta tek bir ümmet idi. İhtilâfa düştüler…” der.
Geçen zaman içinde, ehli kitabın kalplerinin taşlaştığından, nesillerin bozulduğundan, namazın ziyan edildiğinden, hevâ ve heveslere uyulduğundan bahseder.
Muhafaza Edilmeyen Nizam Bozulur
Fert olan insan da, isminin nisyan kökü yüzünden, ulaştığı şuur ve idrâki derece derece kaybedebilen bir varlıktır. Şuur gaflete, ilim cehle, dikkat rehâvete doğru dağılmaya yüz tutar.
İnsan, bu hakikati de unutur, kendisini derleyip toparlayıp bir seviyeye getirdiğinde hep öyle kalacak sanır. Hâlbuki, bu sisteme dışarıdan enerji takviyesi lâzımdır. O dış enerji gelmezse, mutlaka pörsüyecektir. Dış enerji için sohbetler lâzımdır, ilâhî feyiz ve rûhâniyetlere koşmak lâzımdır. Peygamber, Kur’ân ve kâmil mürşidler lâzımdır.
Lâkin irade de lâzımdır. Kayıpları toparlama, tekrar düzene doğru gitmeye yönelik bir irade lâzımdır. O da tevbedir. Dönüş.
Dünya kapalı bir sistem olsaydı, terk edilmiş bir evin harabeye, bakılmayan bir bağın dağa dönüşmesi gibi, çöküşe geçerdi. Fakat ona sürekli Güneş’ten enerji akışı var.
İnsanlık da, güneş gibi vahiy nurlarıyla tenvir edilmeseydi, “kan döküp, fesat çıkaracak” bir tür canlıya dönüşüverecekti. Tıpkı şimdi, vahyin nûruna sırt dönen karanlık toplumların yaşadığı tefessüh gibi.
Ateş, sembolik olarak ne kadar güçlü bir varlıktır. Aşkı, şevki, heyecanı anlatır bize. Nur kaynağıdır. Fakat yakıp yıkmanın da âleti olabilir.
Entropi de, termodinamiğin ikinci yasasıdır. Isıyla alâkalıdır.
“Bir işe soğudum,” deriz. “Araya soğukluk girdi,” deriz.
İnsan kelimesine teklif edilen ikinci kök, “ünsiyet”tir.
Isınmak, ülfet etmek ve alışmak… İnsanı ısıtacak iç enerjidir. Onun soğumaması için, gayret etmesi zarurîdir. Bir şey yapmayı bıraktığı anda, soğumanın başlayacağını unutmaması gerekir. Sabit kalmayacaktır. Eksiye gidecektir.
“Küllü hâlin yezûl” diye uyarır mürşidler. Her hâl geçicidir, zeval bulucudur. Ona güvenme…
Bu sebeple;
“Bir işi bitirince diğer bir işe giriş!” emri vardır.
Bu sebeple;
“Yakîn gelene kadar Rabbine kulluk et!” emri vardır.
Bu sebeple sürekli;
“Bizi sırât-ı müstakîme ilet!” niyazı vardır.
Küçük çocuklarımız, araba kullanan babalarının direksiyonu tutuşlarını seyrederler. Babaları şov olsun diye, direksiyonu bıraktığında şaşırır, bir müddet bir şey olmadan gitmesine çocuksu bir hayretle yaklaşırlar. Fakat ne kadar sürebilir ki bu terk ediş? Bir süre sonra çok minik açılarla, araç bir kenara doğru meyledecektir.
Direksiyon istikamet demektir.
Hayatın istikametini muhafaza için, direksiyona sarılmalı. Bir milim dahî savrulmasına izin vermemeli. Çünkü bir nesil, sırat-ı müstakimden bir milim ayrılsa ondan sonra gelen nesiller santim santim uzaklaşırlar. Bu bozulmayı engellemek için mutlaka cemiyetin içinde halkı irşad edecek, emr-i maruf ve nehyi münker yapacak ve maneviyatları takviye edecek hususi bir kadroya ihtiyaç vardır.
Allah-u Zülcelâl bu ihtiyaca şöyle işaret eder:
“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Al-i İmran, 104)
Birbiri ardınca gelen nesillerin istikamet üzere kalması, halkın irşadıyla vazifeli bu şahısların, fevkalade bir gayretle bu bozulma kanununa karşı basiretle ve gayretle direniş göstermesine bağlıdır. Çünkü onların işi bir şelaleyi tersine çevirmek kadar zordur.
Böyle zor bir vazife yüklenen o zatların mâneviyatlarını takviye eden bir rûhanî hayat içinde yetişmeleri ve hallerini muhafaza etmeleri gerektiğini kabul etmek de zor olmasa gerekir.
Hulasa olarak varlıktaki bozulma, dağılma, başkalarıyla karışma, bütünlüğünü kaybetme kanunu, insanın mânevî diriliğini de tehdit eden bir hakikattir. Öyleyse her devirde tasavvuf büyüklerinin olmasının ve onlar etrafında birleşerek cemaatler meydana getirip bu bozulma temayülüne karşı direnmenin lüzumu açıktır.