Kalbleri Kelime-i Tevhid İle Diri Olanlar
Muttaki kul, Allâh (cc)’ın rahmetinden hiçbir kayıt ve şart altında ümit kesmeyen kuldur. Allâh’ımız, günahından tevbe eden kullarına daima “Gafûr ve Rahîm” sıfatlarını hatırlatır. Rabbimizin bunlarla bize, “Ey kullarım ümitsizliğe düşmeyin; benim rahmet kapım açıktır. Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” der. Efendimiz (sav), Taif’te “Gücümün tükendiğini sana şikâyet ediyorum ya Rabbî” dediğinde, Rabbimiz Teala ve Tekaddes Hazretleri habibine rahmet kapılarını sonuna kadar açmış ve o zilletin ardından Efendimiz (sav)’i izzetle Medine’ye vasıl eylemiş; onu melekleriyle ve binlerce inanan muttaki kul ile desteklemiştir. Bunun için mümin, hiçbir zaman “Ben bittim.” diye düşünmez. Allâh (cc)’ın rahmetinin kudreti, kulun kuvvetinin tükendiği noktada yetişir. Kur’ân-ı Kerim’de muttakiler için kullanılan üç türlü hitap tarzından biri, “Ya eyyühellezine âmenû” Ey imanla şerefyab olan müminler” hitabıdır. İmanla şereflenen mümin, gönül Kabe’sini 360 puttan temizleyen kimsedir. Efendimiz (a.s) tevhid okuyarak Kabe’deki putları kırmıştır.
Mübarek mekânlarda ve mübarek zamanlarda en çok okunması gereken zikir kelime-i tevhiddir. Zaten üç aylar olması sebebiyle 1000 tevhid okuyoruz. Diyelim bin tane tevhidi 20 dakikada okuyoruz, yolda gidip gelirken, işimizle meşgul olurken ne kadar çok “Lâ ilâhe illâllâh Muhammedün Rasulullâh” diyebiliriz siz buradan hesab edin. Nasıl ki bize “Şu kadar m¬³ su olursa su sıkıntısı çekilmez” diyorlar. Zikir de böyledir. Hayatımızı dikkatle tanzim edersek son yolculuğumuzda sıkıntı görmeyiz. Bir zat geliyor:”Üstadım, ilimle meşgulüm,sizin vereceğiniz evradı ezkarı çekecek vakti bulamam.” diyor. Üstadı diyor ki:”Evladım, insan yemeğini yedikten sonra bir saat hazım etmesi gerekir. Hazmetmeden yeni bir şey yiyemeyiz. İşte evrad ü ezkârını bu hazım süresinde çekersen öğrendiklerini daha sağlıklı olarak sindirirsin. Aksi takdirde hazmetmeden sürekli yemek manevi bünyene zarar verir.” Yüce Rabbimiz Nebe Sure-i celilesinde zaman tanzimini çok güzel ifade eder:”.. Uykunuzu dinlenme vasıtası yapmadık mı, geceyi örtü yapmadık mı, gündüzü geçiminizi temin vakti yapmadık mı?” Uyku ne güzel nimettir.
Ârifan-ı ilahi, Allah’ın has kulları, öyle uyur ki ruhları secdeye kapanır, kalbleri arş-ı alaya açılır. “Âlimin uykusu cahilin ibadetinden üstündür.” sözünün anlamı budur. Uyku onlar için ruhun dinlenme ve huzura erişme vaktidir.
Üç ayların dışında da zikrullahın en üstünü “lâ ilahe illallah”tır. Tevhidi içten okumamız gerekiyor. Tesbihatta, kalbimizin evet demediğini dilimiz söylemesin. Söylediğimizi önce kalbimiz duyacak. Önce kalbimiz duysun, sonra dilimiz dönsün. Eğer dilimizin söylediğini kalp tasdik etmezse, bu nifaka götürür Allâh muhafaza.. Bazı kimselerin tebessümü tatsız, hatır sorması mânâsız gelir. İçten gelmediği için, kalbi evet demediği için, sadece dudaktan çıktığı için biçimsizdir, sevimsizdir. Ama Allâh’ın (cc) bazı kulları da vardır ki bir zarif tebessümü yıllarca hatırımızdan çıkmaz. Hayırlı bir kimsenin “Nasılsın?” deyişiyle münafığın hal hatır sorması arasında ölçülemeyecek derecede fark vardır.
Ali (kv) Efendimiz, mescide “estağfirullah el-Azim” diyen bir kimse görüyor. “Sus, yalan söyleme” diyor. “Yalan olan ne var yâ Ali, istiğfar okuyorum.” dendiğinde, “Dilin okuyor ama kalbin okumuyor.” buyuruyorlar.
Tevhidin en çok okunması gereken mekânlar, Allâh’ımızın şereflendirdiği mekanlardır. Kehf Suresi’nde Allâh (cc), “Biz sana hakikati hak olarak haber veriyoruz.” buyuruyor. Kur’ân-ı Kerim’de hak kelimesi sık geçer. İşin ciddiyeti haber verilir. Bu cihetle taatlerimiz çok ciddi olmalıdır. Ciddiyet göstereceğimiz asıl uhrevi vazifelerimizdir.
Sırrına vakıf olanlar, Nebe Suresi’ni ikindiden sonra evrad ü ezkâr şeklinde toplu olarak okurlarmış. Manasında tefekkür edersek asıl faydalı olacak odur. En azından namazlarda okuduğumuz ayetlerin manasını bilin. Huzur için bu tefekkür şarttır. Manalarını düşünerek okursak, aşkımız değişir, muhabbetimiz artar, namazı dosdoğru kılmaya başlarız o zaman.
Yaş ilerledikçe doktora gidiyoruz. Diyelim kalsiyum takviyesi yapıyor. Fakat başka azalarımıza zarar veriyor ilaç. Asıl olan, ruhumuzun güçlenmesidir. Ruh kuvvetlenirse beden de kendiliğinden kuvvetlenir. Ruhumuzun kuvvetlenmesi ne için lâzım? Son nefeste şeytana fırsat vermemek, kabir sualine cevap verebilmek, insan simasında kalkmak, sırattan yıldırım gibi geçmek için lâzım. Peki ruh ne ile kuvvetlenir? Zikrullahla.. Zikrullahın efdali nedir? Lâ ilahe illallah. “Şimdi ‘lâ ilahe illallah’ okudum da ne oldu?” diyemeyiz. O bizim ahiret yakıtımızdır. Günümüzü gecemizi güzel tanzim eder, ruhumuzu daimi olarak kelime-i tevhid ile kuvvetlendirirsek bu güç son nefeste yardımımıza yetişir.
Zikrullah güçtür, namaz güçtür, umre bir güçtür, kuvvettir. Hasta bir zata doktor getiriyorlar. Doktor bakıyor ki hiç takati olmamasına rağmen hastanın eli parmağı hareket ediyor. Doktor, “Bu parmak niye hareket ediyor?” diye yakınlarına soruyor. Diyorlar ki istiğfar okur , o böyle evrad ü ezkâr okur.. Ciğerden gelen gözyaşı afv-ı ilahi’ye vesiledir, cehennem ateşini söndürür. Devamlı çektiği için beden de alışmış zikre. Ruh güçlenince beden de güçlenir. Şimdiden alıştırmak lâzım.
Mübarek beldelerde insanlar görürsünüz, şofördür, sair halktır, kızgınlık anında hemen la ilahe illallah , la havle ve la kuvvete illa billah derler, sıkıntılı olduğu zaman insan ne dediğini bilmez, ama alışırsa bunu söylemek kolay gelir. Hâlet-i nez vardır.. Son nefesteki zorluk hiçbir zorluğa benzemez. Zikrullaha alıştıysak o anda kendiliğinden la ilahe illallah diyebiliriz. Bunun bizde huy olması, ahlâka dönüşmesi lâzım. İnsan iyiliği önce takliden yapar. Mesela adam cimri.. Başta zorla bir riyal verir sonra üçe, beşe çıkarır. Sonra verdikçe veresi gelir. Bir davranış kalben yapılmaya devam edilirse kendiliğinden alışkanlık haline gelir.
Muttaki kullar, ibadetle hayat bulur. Ölünce dirilirler onlar. İbadet onlara dirilik vermiş. Necmeddin-i Iraki Hazretleri, velilerden bir zatın cenazesinde bulunuyor. Hafifçe tebessüm ediyor. Etrafındakiler şaşırıyorlar. Temkin ehli bir zat, pek güldüğü görülmemiş. Huzur ehli insanlarda olur bu hâl. Kızılırmak’a bakın sesi yoktur, derinden çağlar.. Soruyorlar:”Ölü diriye telkin veriyor da ona gülüyorum.” diyor. Kabirdeki zatın kalbi “Allâh” derken bir sıcaklık, bir ateş oluşmuş, kalbi zikre geçmiş. Hocanın ise kalbi ölü, zikretmiyor..”
İmam-ı Gazali rahmetullahi aleyh büyük bir zattır. Rivayetlerde kitaplarının tashihini, düzeltmesini Efendimiz (sav)’in yaptığı rivayet ediliyor. Efendimiz (sav)’in tasdik etmediği hiçbir bilgi bulunmuyor kitaplarımda, diyor. Böyle âlim bir zat. Fakat bu zahiri ilmini kâfi görmüyor ve Ebu Ali Farmedî Hazretlerine manevi evlad oluyor.
Şimdi, şunu iyi bilmemiz lâzım: İlim, kendi başına hidayete eriştirmez. İlim olacak, onsuz yürünmez. İlmin bizi riyaya kibre ucba düşürmemesi için ihlas lâzımdır.. Muhlis, kendi gayretiyle ihlâsı elde etmeye çalışan kişidir. Bu kendi başına zordur. Elde edilse bile, sebat edilmesi zordur. Asi olan muhlasînden olabilmektir. Bu da ancak Rahman’a haşyet duyan, azamet-i ilahiyeden titreyen, azâbından değil, sevgsin-den mahrum kalmak endişesiyle Allâh c.c.’dan hakkıyla korkan kullara nasip olan bir mükafattır.
Bir gün İmam-ı Gazali rahmetullahi aleyh rahatsızlanır. Doktorlar gelir muayene ederler. Biri der ki, “Efendim, siz havasız yerde kalıyorsunuz, sizi bahçeye çıkaralım..” Doktorların yardımıyla çıkar. Rahatlar biraz. “Ne güzel bahçeymiş, niye daha önce çıkmamışım?” diye bir düşünce geçer içinden. O sırada evinden bir tabut çıkar. İmamı Gazali Hazretleri tabutun ardından koşar. Doktorlar der ki:” Ya imam, bu tabut senin tabutundur!” İşte Peygamber Efendimiz (sav) böyle zatların ölümünü “Bir odadan diğer bir odaya geçiş” olarak müjdeler.
Hayırlı bir kişiyle halvet olsanız, günlerce unutamazsınız. Hep o anları yaşarsınız. “Yuhibbühüm ve yuhibbûnehu” Allâh onları sever, onlar da Allâh’ı severler sırrını yaşarsınız günlerce.. Üç türlü intisab vardır: Birincisi:”Şu kişi intisap etmiş, ben de edeyim..” Onlardan pek azı devam eder. İkincisi ise:”Emekli de oldun, artık ne duruyorsun bir kapıya bağlan..”denildiği için bu yola girenlerdir. Teşvik edildikleri kadar ilerlerler. Rehberleri şaşarsa onlar da şaşarlar. Üçüncüsü ise:”Ben bu yola Mevlâ’mızı bulmak üzere girdim.” der ve bu niyetle hızla ilerler. Cenâb-ı Hakk, candan taleb edene rızasını verir. “Allâh onları, onlar Allâh’ı sever” ayetini yaşayacak şekilde bu yola sarılmamız gerekir.
Allâh’ın has kullarının şu toprak üzerinde durması, Allâh’a yakınlıktır. Onların neş’eleri Allah’ın dostluğudur. Bir veliye soruyorlar, niçin yalnız oturuyorsun, diye. “Allâh ile olan hiç
yalnız olur mu?” diyor ve “Kim beni anacak olursa Ben onunla beraberim” ayetini okuyor. “Demek ki asıl yalnız olan bizmişiz” diyorlar.. Yeryüzünün teminatıdır onlar.
Nebe Suresi’nde, “ve’l-cibâle evtâdâ”, “Biz dağları kazıklar kılmadık mı?” buyruluyor. Kazık yerin dibine iner. Dağlar, yüksekliğinin 19 katı kadar aşağıya iner. Deprem riskinin en düşük olduğu yer olarak Mekke tarif edilir. Neden? Çünkü dağlarla doludur. Dağlar zemini tutar. Allah’ın direkleri “evtâd”da böyledir. 4 kişidir. Bunlar hürmetine Cenâb-ı Hakk yeryüzünü ayakta tutar. Bir çadır düşünün bir tane ortada dört tane de kenarda vardır, olmazsa rüzgar onları uçurtma gibi uçurur.
Ali Efendi vardır, büyüklerden.. Hanımı irtihal etmiş kızıyla birlikte oturuyor. Gözyaşları ile kalkıyor. Kızı “Niye ağlıyorsun babacığım?” diye soruyor. ‘”Yerin direklerinden biri çıktı yavrum” diyor. Meğer Üstad-ı âlilerimizi söylemiş..
Rabbi zül-celâlimiz hürmetli kullarının, hürmetli beldelerinin ve hürmetli vakitlerinin kıymetlerini bilmeyi ve hakkını ifa etmeyi hepimize nasib etsin inşallah.