SEVGİDE İLÂHÎ EMİRLERİ TERCİH ETMEK
Kur’ân-ı Kerîm’in birinci hedefi, tevhid inancı ve Allah’ı her şeyden daha çok sevmektir. O’nu sevmek demek O’nun tüm emir-yasaklarını başkalarının emir ve yasaklarına tercih etmek demektir. Aynı durum Peygamber sevgisi için de vardır. Bu sevgiye “aklî sevgi” denir. Tabii ki mü’min Allah’ı tanıdıkça ve O’nun nimetlerinin farkına vardıkça hissî anlamda da Allah sevgisine erer. Aynı şekilde hidayet rehberi olan Peygamberimizin rehberliğinden istifade etme oranında da Hz. Muhammed’i hissi sevgi ile de sevecektir.
Kur’an Allah’ın iradesine göre yaşamaya hidayet, o iradeyi dikkate almadan yaşamaya da dalâlet adını verir. Allah’ın iradesini dikkate almayan insan, mutlaka bunun yerine başka bir iradenin esiri olur.
Hangi sebeple olursa olsun Müslümanın -kendi inançlarından tâviz vererek- Müslüman olmayana inanç bakımından yakınlık duyması, onları bu anlamda dost edinmesi kendi imanını tehlikeye sokan bir durumdur.
Ama inançların ve yaşantının zedelenmesine yol açacak bir tarzda olmaksızın müslümanların gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olması yasak değildir.
Bu konuyu Bakara 165. Ayetini merkeze alarak açıklamaya çalışacağız. Söz konusu ayet şudur:
Ve insanlardan öyleleri vardır ki Allah’tan bankalarını Allah’a denk tanrılar sayarlar. Onları Allah’ı sever gibi severler. Müminlerin ise Allah Teâlâ’ya muhabbetleri daha çoktur. Eğer zulm edenler azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah’a mahsus olduğunu ve hakikaten Allah’ın azabının şiddetli bulunduğunu görüp anlasalar -ne kadar nâdim ve pişman olacaklardır-.
Bu âyet-i kerime Cenâb-ı Hakka ortak koşan ve başka şeyleri ona denk tutanların aklî muhakemeden ne kadar mahrum olduklarına dikkat çeker. Onların ne kadar pişmanlık ve felâkete mâruz olacaklarını bildirir. Buyrulmuş oluyor ki: (Ve insanlardan öyle) müşrik (kimseler vardır ki Allah’tan başkalarını) bir takım putları, Nemrut ve Firavn gibi bir takım şahısları (Allah’a denk) yaratıcılıkta, mabud oluşta Cenâb-ı Hakka denk (sayarlar.) Onlara da tapınır dururlar. (Onları Allah’ı sever gibi severler.) Kendilerine muhabbet ve hürmet gösterirler. Fakat (mü’minlerin ise Allah Teâlâ’ya muhabbetleri daha çoktur.) Çünkü mü’minlerin muhabbetleri yüce Yaratıcıya tam bir samimiyet ve kanaatle olur. Müminler hiç bir kimseyi hiç bir şeyi Yüce Allah’ı sevdikleri kadar sevmezler, her zaman Allah’ın buyruklarını tercih ederler. Başkalarını sevmeleri de yine Cenâb-ı Hakkın rızası ve müsaadesiyledir.
Müşriklerin muhabbetleri ise doğruluk ve samimiyetten uzaktır. Nemrut, Firavun gibi bazı zâlimleri sırf dünyevî bir menfaat düşüncesiyle mabut derecesine yükselterek kendilerine tapınırlar. Bütün bu tapınışlar, nihayet kendileri için büyük felâketlere sebep olacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’in insanlığı ulaştırmak istediği birinci hedef, tevhid inancını ve Allah’ı her şeyden daha çok sevmeyi bütün ödevlerin en başında görmektir. Burada “Allah’ı sevmek” demek, duygusal anlamda onu sevmenin yanında özellikle O’nun tüm emir-yasaklarını başkalarının emir ve yasaklarına tercih etmektir. Buna da “akli sevgi” denir. Aynı durum Peygamberimizi sevmede de söz konusudur. Âyette “İman edenler ise en çok Allah’ı severler” buyurularak inananların yalnız Allah’ı sevdikleri değil en çok Allah’ı sevdikleri ifade edilmektedir.
İnsan elbette sevilmesi meşru, mâkul ve yerinde olan Allah’tan başka varlıkları da hissi sevgi ile sevecektir. Bu, doğal ve aynı zamanda gerekli bir durumdur. Yeter ki başka sevgiler Allah sevgisini unutturmasın ya da onun önüne geçmesin. Çünkü o zaman insan -düşünce, duygu ve inançlarını, hayatını ve davranışlarını, Allah’ın iradesine göre düzenlemek yerine- Allah’ın dışında sevip bağlandığı, Allah’ı sever gibi sevdiği şeyleri ölçü alacaktır. Kur’an Allah’ın iradesine göre yaşamaya hidayet, o iradeyi dikkate almadan yaşamaya da dalâlet adını verir. Allah’ın iradesini dikkate almayan insan, mutlaka bunun yerine başka bir iradenin buyruğuna girer. Bu ya tanrı gibi bağlanıp boyun eğdiği nefsinin tutkularının buyruğudur veya aynı ölçüde mahkûmu olduğu başka bir varlığın ya da varlıkların buyruğudur.
Allah sevgisini başka hiçbir sevgiye karıştırmayan ve hiçbir şeyle değişmeyen mü’min insan, diğer varlıklara sevgisinin Allah sevgisiyle çatışması durumunda bütün ilişkilerini Allah sevgisine ve dolayısıyla Allah’ın iradesine göre düzenleyeceğinden, onun bütün ilişkileri bilinçli ve iradeli olacaktır. Bu sebeple güçlü bir iman, mü’mini düşük isteklerinin esiri olmaktan kurtaracağından gerçek bir özgürlüktür. Çünkü hakiki mümin ve müslüman, Allah’ın onaylamayacağı bir buyruğa uymamaya özen gösterir. Allah, yalnız iyi ve doğru olan şeyleri buyurduğuna göre hakiki müslüman her zaman doğruluğun ve doğruların yanındadır. Gerçek özgürlük de budur. Asıl kölelik ise, hak ve iyi olanı görüp seçemeyecek kadar kalbi ve iradesi körelmiş olan insanların köleliğidir. Bu açıdan küfür ve şirk, yani kalbinde Allah sevgisi taşımamak ya da başka şeylerin sevgisini Allah sevgisine üstün tutmak, bütün kötülüklerin başıdır.
Allah’ı sevmenin birinci şartı O’nu tanımak ve bilmektir. İnsan bilmediği şeyi sevemez. İnsan Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri hakkında bilgi sahibi oldukça; O’nun ilim, irade ve gücünün eserleri olan harikaları daha yakından ve derinden kavradıkça kuşkusuz Allah’a olan sevgi, tazim ve bağlılığı da güçlenecektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de insanlar ısrarla, karıncasından gök cisimlerine kadar, bütün evren hakkında bilgi edinip bunlar üzerinde düşünmeye, böylece yüce Allah’ın “âyetler”ini daha iyi kavramaya çağırılmaktadır. İnsanın bu zihinsel çabası sadece onun inancını ve Allah’a olan sevgisini güçlendirmekle kalmayacak, amellerini yani dünya ve âhiret hayatını ilgilendiren her türlü tutum ve davranışlarını da güzelleştirecek, zenginleştirecektir.
Bazı müfessirler, mezkur 165. âyette kimi insanların Allah’a denk yani ortak tuttuğu bildirilen varlıklardan putların; bazıları da önder ve liderlerin kastedildiğini belirtmişlerdir.
Fahreddin er-Râzî’nin der ki, sûfîlerin görüşüne göre insanın kalbini, zihnini Allah’ı unutturacak derecede meşgul eden her şey âyette belirtilen varlıklar kapsamına girer. Şu halde Allah’tan başka bir şeye, -bu şey ister put, ister lider veya önder, isterse para-pul, mal-mülk, makam-mevki olsun- taparcasına bağlananlar, böyle bir şeyi Allah’ı sever gibi sevenler ve bu suretle, Kur’an’ın bütün uyarılarına rağmen şirke sapanlar yanlış bir yoldadır. Onlar, sonunda âhirette inkâr ve isyanları yüzünden hak ettikleri azabı gördüklerinde bütün güç ve kudretin Allah’a ait olduğunu, dünyada iken bu güce inanmamakla kendilerine ne büyük bir kötülük ettiklerini, Allah’ın azabının ne kadar şiddetli olduğunu anlayacaklardır. Fakat bunu dünyadayken anlamaları ve ona göre inanıp yaşamaları gerekirdi. Bu sebeple iş işten geçmiş olacak, büyük ve önder bilip tanrılık mertebesinde yücelttikleri, peşlerinden gittikleri, güvendikleri zalim kişilerin de kendi dertlerine düşüp onların yüzlerine bile bakmadıklarını, bütün kurtuluş imkânlarının yok olduğunu, ümitlerin kesildiğini görünce pişmanlık ve kederleri bir kat daha artacaktır.
Konumuzla ilgili olan “veli” ve “velayet” kavramlarını da burada hatırlamak lazımdır. Velayetin manalarından biri, Allah ile bütün buyrukları konusunda uyum içinde olmaktır. Buna dostluk denir. Bu manada veli, ilahi emir ve yasaklar hakkında Allah ile muhalif değil mutabık olan mü’mindir.
Kur’ân, mü’minlerin kimleri veli edinmemeleri gerektiğini de açıklar. Mesela, mü’minler şeytanı veli edinemezler. Onu veli edinen tam bir hüsrana gömülür (Nisâ, 4/119). Şeytanı veli edinenler, hesap gününde onun dışında bir dost bulamazlar (Nahl, 16/63). Şeytanlar kâfirlerin velisidirler (A’râf, 7/27). Şeytanlar, mü’minleri, gerçek veli olan Allah’tan uzak düşürmek için kendi evliyasına sürekli gizli direktifler verirler (En’âm, 6/121). Öyleyse mü’minler şeytanı hayat sahnesinden silmelidirler (Nisâ, 4/76). Mü’minler küfre batan kişileri de veli edinemezler (Âl-i İmrân, 3/28). Edinirlerse, izzet yerine zillete düşerler (Nisa, 4/28). Yahudiler ve Hristiyanlar da mü’minlerin veli edinemeyecekleri kimselerdir. Bunlar, mü’minlerin dinlerini eğlence ve alay konusu edinirler (Mâide, 5/51). İmana karşı küfrü seviyorlarsa, mü’minler baba ve kardeşlerini bile veli edinemezler (Tevbe, 9/23).
“Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık Allah’la olan bağını koparmış demektir. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korunmanız başkadır. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Sonunda dönüş Allah’adır.” (Al-i imran, 3/28)
Bu âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde, bazı Müslümanların Yahudilerle ve müşriklerle kendi dini ve bedeni varlıklarını bile tehlikeye sokabilecek dostluklar kurmalarına ilişkin değişik olaylar nakledilir. Bunlardan biri şudur: Medine’deki bazı Yahudiler zaman zaman ensardan bazı Müslümanlarla gizli temas kurarak onları dinlerinden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Durumu fark eden Rifâa b. Münzir, Abdurrahman b. Cübeyr ve Saîd b. Hayseme gibi müminler, söz konusu müslümanları dikkatli olmaları konusunda uyardılar.
Müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen âyetler ve Resûlullah’ın uygulamaları topluca değerlendirildiğinde;
a)Hangi sebeple olursa olsun Müslümanın-kendi inançlarından tâviz vererek- müslüman olmayana inanç bakımından yakınlık duyması, onları bu anlamda dost edinmesi kendi imanını tehlikeye sokan bir durumdur.
b)İnançların ve yaşantının zedelenmesine yol açacak bir tarzda olmaksızın,İslâm’ın insana bakışını gösteren örnek davranışlar sergilemek, dünya hayatının düzen ve istikrarını sağlamak amacıyla, Müslümanların gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olması yasaklanmayıp aksine özendirilmiştir.
Bu anlayışa paralel olarak, devletler umumi hukukunda milletlerarası ilişkiler için yapılan dostane ilişkiler ve hasmane ilişkiler şeklindeki temel ayrım esas alındığında, İslâm’ın tavrının bunlardan birincisini kural, ikincisini ise istisna telakki etme şeklinde olduğu söylenebilir. Bu tarz ilişkilerin “velâ” (dostluk) olmadığı açıktır.
Bu kelimenin başka âyetlerdeki, özellikle “Allah Teâlâ’nın en iyi dost olduğunu belirten âyetlerdeki kullanımı dikkate alınırsa, burada yasaklanan dostluğun, “inanç birliğinden veya yakınlığından ötürü sevgi besleme, güven duyma ve bel bağlama” anlamında olduğu kolayca anlaşılır. Gerek âyetin sonundaki ağır müeyyide yani bu ikaza uymayanların Allah’ın dostluğunu yitirmiş olacaklarının bildirilmesi, gerekse müteakip âyette gizlenen niyetlerin Cenâb-ı Allah’ın bilgisi dışında olmadığının hatırlatılması, yasaklanan ilişkilerin, İslâm inancına sadakati her şeyin üstünde tutmaksızın bir takım kişisel zaaflar uğruna imanı tehlikeye sokan veya Müslümanların zararına olan dostluklar tesis edilmesi veya bu tür dostlukların korunması olduğunu göstermektedir.
Müslümanların, her zaman adalet, hoşgörü, yardımseverlik ve benzeri erdemlerin çok belirgin biçimde gözlenebildiği bir sosyal yapı oluşturdukları birçok Batılı yazarın hayranlık dolu ifadelerinden anlaşılmaktadır. Kuşkusuz, “yaratana saygı ve yaratılmışlara iyi davranma” şeklindeki iki umdenin İslâmî öğretilerin özünü teşkil ediyor olması ve bunun ortaya çıkardığı toplumsal dinamikler anılan sonucun sağlanmasında büyük bir etkiye sahiptir.
Fakat bütün bu sınırlı ilişkiler, Kur’an ve sünnetteki deliller ışığında değerlendirildiğinde, Müslümanların, kimlik erimesine, dolayısıyla iman gücünü kaybetmelerine yol açacak ilişkiler kurmalarını veya boyunduruk altına girmeye razı olmalarını onaylama anlamına gelmemektedir.
Bütün bu bilgiler sonucunda denilebilir ki Müslümanlar İslamın zararına sebep olacak şekilde gayri müslimlerle ilişki kurması caiz değildir.
Buhari ve Müslim’in, Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet ettiği “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165) hadisi, kişinin, burada da orada da hep sevdikleriyle beraber olacağını bildirir. Öyle ise, nebilerle, sıddîklerle, şehidlerle beraber olmak isteyen, evvela onları sevmelidir ki, orada onlarla beraber olabilsin. Veya başka bir ifadeyle, ahirette nebilerle, sıddîklerle, şehidlerle beraber olacak olanlar, burada iken onları sevip maiyetlerinde bulunanlardır. Kötülükleri temsil edenler için de, yine aynı hadîsin hükmü ve mânâsı geçerlidir.
İlgili bazı hadisi şerifler şöyledir:
“İslam’ın en sağlam kulpu Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.” (Ahmed b. Hanbel, IV, 286.)
“Bu ümmetten beni işiten ister Yahudi, ister Hıristiyan olsun kim bana iman etmezse ancak cehenneme gider.” (Müslim, İmân 240)
“Mü’min, mü’min için birbirini destekleyen bir duvar gibidir.” (Bu esnada parmaklarını kenetleyerek gösterdi.) (Buhârî, Salât 88; Müslim, Birr 65)
Diğer bir hadiste ise şöyle buyurmuştur:
“Mü’minler tıpkı başı ağrısa, cesedinin diğer yerleri ateş ve uykusuzlukla ona katılmaya çağıran bir bünye gibidir.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
“Birbirinizden ilişkinizi kesmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, Allah’ın kardeş kulları olun.” (Buhârî, Edeb 57; Müslim, Birr 30)