Tevhide Şahitlik Etmek
Allah Teala mümin kulunun kalbini saygın bir ev ve büyük bir harem yapmıştır. Yere göğe sığmayan Allah mümin kulunun kalbindedir. Müminin yani kâmil insanın kalbini âlemlerin kalbi Kâbe temsil eder. Biz de buradan hareketle kâmilin kalbinin Kâbe’den üstün olduğunu idrak ederiz.
Hacıların tavafta Kâbe’ye ölmeden önce ölmek için gelmelerinin anlamları açılmaya başlar bizde. Hayy ile yeniden dirilmek için önce bizdeki o emanet nefesi sonuna dek vermek ve son nefesi verir gibi bir ölmek gerekiyor. Varoluşun kemalinde yeniden doğabilmek için...
O nefesi şuurla alabiliyor muyuz peki? Kâbe’ye yüz sürebilmenin hakikatine yaklaşabiliyor muyuz? Takvimin başlangıcı olabiliyor mu nefsten ruha doğru çıktığımız hicret? Mekke’den Medine’ye çölü geçerken tefekkür edebiliyor muyuz çoraklığımızı ve kuraklığımızı dindirecek olan hayat suyunu kaynağından çekip çekmediğimizi? Medine’ye En Sevgili’nin huzuruna vardığımızda kendi “ruh medeniyeti”mizi inşa etmiş oluyor muyuz? “Cennet bahçelerinden bir bahçe”ye alnımızı koyduğumuzda yeşeriyor mu tohumumuz?
Bütün bu sorularla birlikte döne döne kâinatın ritmine dâhil oluruz, her şaftta selamlayarak Hacerü’l-Esved’i. O taş ki, cennetten kopup geldiğine inanılan. Hiçbirimize ait olmayan... Hiçliğimizin kamaşma noktası. Kalbin semalarına inen nur… Kalbin kara nuru, kara sevdası.
Yokluğa talip olmak, tam teslimiyet… Biz ise hırsla, kibirle, inatla varız! Benlik atfediyoruz kendimize. En büyük zulüm… Paramparça ediyoruz zamanı, mekânı. Hacerü’l-Esved’i günahlarımızla karartıyoruz. Oysa onun şahitliğinde içimizin kandilini yakabildiğimiz oranda dışımızı ışıldatabiliyoruz.
Allah’ın evi Allah isminin zikredildiği yer. Alfabelerin tüm harfleri pıtır pıtır dökülüyor. Yapıldığımız toprak bağrını açıp içine aldıkça tohum oluyor her harf. Tohum, İnsanın vücudunda dolaşıncaya dek aşamalardan aşamalara geçiyor, âlemlerden âlemlere intikal ediyor. Her büründüğü şekil, kendi türünün bir özelliği... Ve sonra tüm varlıklar bu şekilde kendisine tüm kelimelerin toplamı verilen En Sevgili’ye dönüşüyor. O kelimeler ki edebiyle sarf edebilmek için nefes gerekiyor her birimize. Kalbin Kâbe’sinden üflenen...
İsimlerin hakikati öğretilen Hazreti Âdem’den (a.s.) tek kişilik ümmet olma bilincine eren Hazreti İbrahim’e (a.s.), Kâbe’deki putları Hazreti Ali’ye (r.a.) yıktıran Efendimize (s.a.s.)... Kâbe’nin hakikati an’da olmanın sırrı açıldıkça kuşatmaya başlıyor bizi. Daldıkça derinleşen kıyısız okyanusun dibinde, en derinlerdeki inci misali... Kabuğu içinde güzelliğin cevherini barındıran… Dürr-i yekta. En Sevgili.
Zerreden küreye her şey bu ilk tohuma, Onun manasına ulaşmak, Onunla tamamlanmak, Onun güzelliğinde kendi nurunu bulmak istiyor. Kendindeki Nur-ı Muhammedi’yle buluşmak istiyor. Her şey kavuşma arzusuyla cezbe hâlinde O’na doğru. Allah’a itaat etmek isteyen O’na yani Habibine itaat ediyor bu yüzden. Ayetin buyurduğu gibi:
“De ki Allah’ı seviyorsan bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici, çok merhametlidir.” (Âl-i İmran, 3/31.) Hazreti Peygamber’e uymak ise Onun hakikatini gördüğümüz oranda gerçekleşiyor. Habibini ‘görmek’ isteyen manada Onun veçhesinde “görünen” maşuğa/mürşid-i hakiki’ye itaat ediyor. Surete değil, anlama. Çünkü vücut olan o “nokta-yı kübra bir.”
Gizli hazine kâmil insanın gönlü; aşk evi. Oraya girmekle gerçekleşiyor hicret. Görmeye başlıyoruz. “Beni gören O’nu gördü” sözündeki anlam katmanları açılmaya başlıyor. Kâbe’nin yeryüzünde bakılarak ibadet edilen tek yapı olması da bu yüzden belki. Ona her muhabbetle bakanın gönlüne geliyor, hakikati görünmeye başlıyor. Cinler, melekler, yıldızlar, zerreler tavaf ediyor Kâbe’yi. Ama insanın tavafı hepsini kuşatıyor; nebatatın, atomun, gökadaların, taşın, kuşun tavafını yapıyor insan. Hepsinin şükrünü eda ediyor. Bir tavaf eksik olsa Kâbe’nin hakikati eksik kalacak. Vahdette kesreti, kesrette vahdeti anlayabileceğimiz mahal burası.
Belki Kâbe’nin/kalbin hakikatine varmak için binlerce yıl daha döneceğiz kendi sonsuzluğumuzun yörüngesinde. Safa ile Merve arasında sıratı bulabilmek için suret ile siret, iç ile dış, dünya ile ukba arasında gidip geleceğiz. Kendi nefsi için değil oğlu için su arayan Hacer annemiz gibi bizi bulacak rızkımız. İkram olacak. Arafat’a çıkarken Kâbe’ye sırtımızı verip uzaklaşacağız. Kendini bilme merhalelerinde gündüz ibadetinin yapıldığı Arafat ile gece ibadetinin yapıldığı Müzdelife’den ve Mina’dan geçeceğiz. Sonra yeniden döneceğiz Kâbe’ye.
Ona veda etmek diye bir şey yok, anlayacağız. Çünkü ayrılık yok. Gece gündüzden ayrı değil, yaşam ölümden ayrı değil, sen ben’den, batı doğudan ayrı değil. Yalnızca birlik var kalpte. Yönsüzlüğe dönüyoruz Kâbe’de. Her dönüşte kozamızı yapıyoruz usul usul. Ne sınıf, ne mezhep, ne ırk, ne cinsiyet, ne makam kalıyor geriye. Nefsimiz mahlukatın teşbihine dâhil oluyor. Anlıyoruz ki her şey ile her şey arasında bir bağ var. Bir arada kelime-i tevhit oluyoruz.
Kendi evimizin temelleri yükseldikçe özgürleşmenin teslimiyet olduğuna varıyoruz. Bilmeyi sevdikçe O’nun bilinmeyi sevmesine şahit oluyoruz. Allah Teala kendisini bilmeyi Allah’ı bilenlerin kalbine bir hazine olarak yerleştirmiştir. İbn Arabi hazretleri bu tevhit şahitliğinden bahsederken şöyle der: “Kelime-i şehadet, dünya ve ahirette sürekli saklanan bir hazinedir. Varlıklarda ve hakikatlerde ortaya çıkan her iyilik, onun hükümlerindendir ve hakkının bir yönüdür.”
“Hazineyi bilme” yolculuğunda aşk hepimize farz. Fıtri bir zorunluluk... İnsanın her şeyiyle bir noktada toplanması aşk... Aşk, her şeyi yerli yerine koyan... Birbiriyle buluşturan. Kavuşturan...
Aşk bu anlamda adaletin tecellisi… Adalet var çünkü aşk var. Aşk var çünkü sır var. Sır; her kalbe kendi nasibi uyarınca açılıyor.
Tenzih ve teşbihlerimiz tevhitte buluşacak. Tevhide şahitlik ettiğimiz oranda din tamamlanacak. Ölmeden önce ölmenin, ikinci doğumun müjdesi bu... Kutlu doğum. İşte sanırım biraz da bu yüzden Kâbe tevhidin, tevhit insan-ı kâmilin, insan-ı kâmil Rasulüllah’ın, Rasulüllah ise Hac’da nefsimizden geçirdiğimiz “O’ndan geldik, yine O’na dönüyoruz”un (Bakara, 2/156.) canlı tefsiri.
Leyla İpekçi