* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Önce Nefs Muhasebesi Yapalım  (Okunma sayısı 85 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 7241
Önce Nefs Muhasebesi Yapalım
« : Aralık 19, 2021, 11:41:19 ÖÖ »
Önce Nefs Muhasebesi Yapalım

   Tebliğ her hâlükârda devam edecek, ancak muhatabın durumuna göre üslûp ve muhtevada bir usûl değişikliğine gidilmesi gerekecektir. Âyet-i kerîme bu kademeleri şöyle bildirir:

“(Rasûlüm) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (en-Nahl, 125) Bu âyette nasihatin, muhataba göre üç seviyesi bildirilmiştir.

Birincisi: İdrak seviyesi yüksek olanlara hikmetle öğüt ver.

İkincisi: Halk ve avam seviyesinde olanlara, güzel mev‘izeler ve vaazlarla nasihat et.

Üçüncüsü: İtirazcılarla da güzelce münazarada bulun. Bu kademelendirmeye dikkat edilmezse Hazret-i Ali’nin ikaz ettiği şu hususa yol açılmış olur: “İnsanlara; Anlayacakları şekilde konuşun ve anladıkları şeyleri söyleyin! Anlamadıkları hususları da bırakın. Siz, Allah ve Resulünün yalanlanmasını ister misiniz?” Yani;

Konuşulan kişiyi, anlamadığı bir hususta köşeye sıkıştırıp da Hazret-i Peygamber’le karşı karşıya düşürmemek ve onu bu anlayışsızlığı sebebiyle cehaletin kucağına itmemek gerekir.

İlkokula giden çocuğa, lise ve üniversite seviyesinde bilgiler verilmez. Süt emen bebeğe baklava verilmeye kalkılırsa, neredeyse boğulmasına sebebiyet verilir.

Demek ki nasihat doğrudur fakat muhatabın seviyesi bu nasihatle uygun değildir.

Âdemoğullarında da şeytanın iğvâ ve vesveseleri aynıdır.

Fani dünyadan, beka beklemek doğru mudur? Âhirete hazırlanmayıp da orada cennet beklemek isabetli midir? Sonsuz âlem karşısında, bir damladan ibaret olan dünyayı tercih etmek gaflet değil midir? Cenâb-ı Hakk’ın; tevbe edenleri, müttakileri, mü’minleri ve sâlihleri sevdiğini bile bile, günahlar işlemeye devam edip, tevbe etmeye yanaşmayıp bir yandan da âhirette Allâh’ın affını ummak yanlış değil midir? Mü’min; basiret ve firâset sahibi olmalı, insî ve cinnî şeytanların olmayacak telkinlerini reddetmeli, insanı dalâlete düşmekten kurtaran Kur’ân ve Sünnet hakikatlerine sarılmalıdır.

Ömür bize âhireti kazanabilmemiz için verilmiş yegâne sermayemizdir. Ne yazık ki, nice gafil insan, bu eşsiz sermayeyi ham hayaller peşinde dünyevî meşgalelere sarf eder ve hay huy içinde tüketir. Hattâ bunun için nice fedakârlıklarda bulunur. Meselâ kimisi dağların  tepesine çıkmayı kafaya takar, kimisi dünyayı turlamayı hedef edinir. Kimisi bir el veya vücut becerisinde ustalaşmak yahut koleksiyona merak sarar. Boş lüzumsuz benzeri ehemmiyetsiz bir husus için neler neler feda eder. İçinde hiçbir mânevî hedef bulunmayan, nefsin garip bir arzusunu yerine getirip; ‘Ben yaptım!’ keyfine ve nefsani tatminine ulaşmaktan başka bir gayesi olmayan nice zaman israfları. İsrafın her şeyi konuşulur ama giderilmesi/onarılması mümkün olmayan ‘malayani/boş zaman’ hiç konuşulmaz.

İnsanı bekleyen onca uhrevî zorlu noktayı düşündüğümüzde, yani âhiret ufuklarından baktığımızda; ömürleri bu gibi boş maksatlara sarf etmek, akşama kadar kumdan kaleler yapıp eve giderken tekmelemek kadar çocukça davranışlardır.

Devrimizde; geçmişe göre hayat çok kolaylaştığı, maddî manada rahatlık ve kolaylıklar son derecede arttığı hâlde, insanlarda psikolojik rahatsızlıklar çoğalmıştır. İncir çekirdeğini doldurmayacak meseleler için, insanlar; kaygı bozukluğu, depresyon ve benzeri psikolojik rahatsızlıklara düçar olmakta, kullandıkları ilâçlarla da yarı uyuşuk bir vaziyette ömür sermayesini israf etmektedirler. Asr-ı saâdette ashâb-ı kirâmın psikolojik rahatsızlıkları olduğuna dair elimizde neredeyse hiçbir kayıt yoktur. Hâlbuki sahâbe-i kirâm hazerâtının; kimisi; alay, hakaret ve işkencelere uğradı. Kimisi; bizzat kendi aile fertlerinin baskısına, zulmüne mâruz kaldı. Nicesi, yakınlarını şehid verdi. Dul, yetim ve öksüz kaldı. Nicesi, evlerini barklarını terk edip hicret etti. Varlıktan yokluğa düştü. Kimisi; zulme uğrayarak elini, kolunu yahut bacağını kaybetti.

Hemen hepsi; muhasara, tehdit ve harp gibi daha nice insan muvâzenesini sarsacak büyük hâdiselere muhatap oldular. Fakat hiçbiri ruhen çökmedi. Gam ve kasavete yuvarlanmadı. İmanın lezzeti, Resulullah Efendimize ashap olmanın kıymeti ve secdelerin huşû, vecd onlara bütün dünyevî ızdırapları unutturuyordu. Onlar; “Esas hayat âhirettir!” düsturuna yakinen iman ederek, dünyanın bütün dert ve tasalarını küçük ve hafif görüyorlardı. Dünyada başlarına gelen her şeyi, âhiret saadeti için basit bir fedakârlık olarak kabul ediyor ve üzülmüyorlardı. Onlar; Allah’ın taksimatına, kaza ve kaderine tam bir teslimiyet ve rıza gösteriyorlardı. Şikâyeti unutuyor, daima iman nimetine şükretmeye teksif oluyorlardı. Sabır, kanaat, şükür hayat tarzlarına yansıyordu.

Müslüman, yüreğinde imanın iktidar olduğu ve bu imanın harekete dönüştüğü “güven” şahsiyetidir. İslam, “kültürel entelektüel bir malzeme” değil, bir ilmi hâl, bir hayat bilgisidir.

Öyleyse sen İslam’ı öyle örnek yaşa ki, seni öldürmeye gelenler sen de dirilsin, hayat bulsun.

Tasavvuf büyükleri de kişinin; geçmiş zaman gamları ve gelecek zaman endişelerinden kurtulup, ‘İbnü’l-vakt’ olmasını tavsiye etmişlerdir. Yani içinde yaşadığı ânın vazifelerini hakkıyla eda edip, tevekkül, şükür ve rıza duygusuyla hareket etmek. Fahr-i Kâinat Efendimiz, insanı gam ve kedere düşürebilecek kıyaslamalar hususunda şöyle ikaz eder: “Hayat şartları (maddî olarak) sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız! Bu, Allah’ın, üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” Hayırda yarışmak ve örnek almak için, maneviyatta üstün olana yetişmeye çalışmalıdır:

“… Kim dini hususunda kendisinden üstün olana bakıp ona tâbî olur, dünyası hususunda da kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendisine vermiş olduğu üstünlüğe hamd ederse;

Allah o kişiyi şükredici ve sabredici olarak yazar… ”  Kader icabı, imtihan dünyasında insanın başına çeşitli musibetler gelebilir. Bunlar üzerine çeşitli ihtimallerle boğuşmak; kişiye fayda vermediği gibi, ruh hâline de zarar getirir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Eğer başına bir iş gelirse; ‘Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu’ deme!

‘Allah’ın takdiri böyleymiş; O dilediğini yaptı’ de.

‘Keşke şöyle yapsaydım…’ sözü, şeytanın vesvesesine yol açar.”  Burada yapılması tavsiye edilen davranış; hataların muhasebesi, günahlara pişmanlık ve telâfiye çalışmak. İmtihan dünyasında olduğumuzu, her hal ve şartta yaşanan dinimizin hayat tarzı, hayat nizamı olduğunu canlı tutmak. Yapamadığımız amellere mazeret uydurmamak. Hatalardan, günahlardan nedamet duymalı, her pişmanlığın tevbe olduğu, gelecekte tekrarlamamalı ve telâfiye gayret etmeli. Dünyevî, maddî ve kaderi mevzularda kişinin geçmişin gamlarında boğulmasına ve yanlış te’villerde bulunmasına mâni olmaya yöneliktir. Önce ‘Nefs Muhasebesi’ yapmayı ihmal etmeyelim. Yaşananları görünce; ‘Bozulduğu zaman, insandan daha çok korkunç bir yaratık yoktur’ sözü hatırımıza geliyor.

Unutma! İslam’a davet, hayattan uzaklaşma değil, hayatı yaşanır hale getirme davetidir.

Yaşar Değirmenci.