Yılbaşı Muhasebesi - Yılbaşı mı, Yozlaşma mı
Her ‘yılbaşı’ öncesi ve sonrası; aynı şeyler yaşanınca bize düşen vazife de düşünceye, muhasebeye, ikaza ve ibrete vesile olacak yazı yazmak.
Bize dayatılan, empoze edilen bir hayata direnen ve sürünenleriyle hep münakaşa konusu olmuştur. Aynı filmi tekrar tekrar seyrediyoruz her yılbaşında.
Düşünmeden yaşamanın güzel bir tarafı olamaz. Düşünmeden yaşamak, sürüklenmekten farksızdır. Düşünmeyen, eğlenemez de. Yılbaşı kutlamaları, bu ‘düşünmeden yaşama’nın en çarpıcı tezahürlerinden biridir. ‘Vur patlasın çal oynasın. Yeni yıl geldi’ havâiliğini, iç-dış dünyaya bakışımızın, hayata bakışımızın belirticisi olduğu için tenkid ediyoruz. Buradaki meselemiz, ‘tarih-takvim’ konularıyla doğrudan ilgili değil. Hayatımızın bütünüyle ilgili. Para, silah, gösteriş-lüks, bencillik, saldırganlık ve bir dizi buna benzer ihtirasın sonuç noktası: Yozlaşma. Yılbaşı kutlamaları da yozlaşma.
Bir yılın tamamlanması, insanı düşünceye sevk etmeli. Nasıl geçti bu bir yıl? Gelecek yıla nasıl başlıyoruz? İnsan fıtratı, zamanın akışına böyle bakacak bir yapıdadır. Normali budur. Güneş batarken birinin ‘yaşasın, güneş battı’ diyerek, oynamaya, zıplamaya, kahkaha atmaya başladığını görseniz nasıl karşılarsınız?! Yıl biterken aynı şeyleri yapanların hali bundan farklı mıdır? Otur, düşün be mübarek adam! Ömründen bir yıl daha gitti. Ne yaptın bu yılda, neler başına geldi, nereye gidiyorsun? Kimler kaldı geride? Sen bundan sonra ne yapacaksın? Bu hayatın mânâsı ne? Sen o mânâya uygun mu yaşıyorsun? Yanındakiler, etrafındakiler, nasıl yaşıyor? Sorumluluğun, mutluluğun icapları nedir? Zamanı-ömrümüzü değerli kılan mânâlardan uzak kalırsak, Batı kanalıyla gelen ‘her yeni gün en iyisini getirir’ sürüklenmeciliğine gidiyoruz. Bizim insanımız sürü değil, şahsiyet! Bu şahsiyet Mümin kimliğimize/âidiyetimize/bizi ‘biz’ yapan değerlerimize sahip çıkarsak şahsiyeti oluştururuz. Şartlar çok ağır, ciddi bir geçim sıkıntısı yaşanıyor. Dekor değişti ve parlaklaştı. Ama o değişen dekor içindeki sıkıntılar daha da arttı. İç ve dışta yaşadığımız çeşitli bunalım sebepleri var. Düşünülecek çok sarp meselelerin içindeyiz. Ama ‘yılbaşı’ bazılarına bunların hepsini unutturuyor! Bir rüya mı görülmek isteniyor, bir kaçış yolu mu aranıyor, uyuşmaktan mı medet umuluyor, kendi kendini aldatmak mı haz veriyor, nedir? Bizim mi bu hayat? Biz bu muyuz? Nerede bizim hayatımız, neredeyiz biz? ‘Kendimizi unuttuk’ itirafının işareti mi yoksa bu? Cemil Meriç’in güzel bir sözü var: ‘Düşen tutunacağı dalı seçemez’ diyor.
Biz hep düştükten sonra mı bir yerlere tutunma ihtiyacını duyacağız? Bir bakıyorsunuz insanların yarısı ağlıyor, yarısı oynuyor yahut insanlar ya ağlıyor, ya oynuyor. Oynayanların çoğu da ağlamamak için oynuyor. Böyle bir psikoloji içinde bulunduğumuzdan dolayı da, bizi biz yapan değerlerimizin kaybı, bizi şahsiyetler planının çok ötesinde derinden etkiliyor. Habire savrulduk ve hâlâ savrulmaya devam ediyoruz.
Her kazandığımızı ruhumuzdan verdiklerimizle ödettiler. Yakamızı paçamızı bırakmadılar. Sevgiyi-saygıyı, merhameti-şefkati reddeden hayat tarzlarının icbarıyla ruh dünyamızı kan-revan içinde bıraktılar. Birbirini tahribe çalışan insanlar, zulümden yakınma hakkına sahip olabilir mi? Mukaddes Kitabımızda, “Siz kendi kendinize zulmedersiniz” denmiyor mu? İşte ediyoruz. Kendi kendimizin hem zâlimi, hem mazlumuyuz. Bu duruma oturup ağlamaz mısınız? Bazı insani çöküşler, hayvanda bile görülmez, bazı insani yükselişlere ise melekler bile erişemez. Saatlerce hopla, zıpla, tepiş. Aylar, yıllar böyle geçebilir. Beyinler uyuşmuş, ruhlar iğdiş edilmiş, neresinden tutsanız elinizde kalıyor. İdeolojik bakmıyorum. Tamamen insanımızı düşünerek değerlendirme yapıyorum. İnsanımız bu kadar yozlaşmamalıydı. Bu hale düşürülmemeliydi. Her ‘yılbaşı kutlamaları’nda bütün bu acınası haller ortalığa saçılıyor.
Bu meselenin kökünde de ‘iman ve ahlak buhranı’ var, insanımızı abluka altına alan TV-bilgisayar-internet-magazin ağına düşmüş, çırpınan insanımızın hüznü var. Bu bitkisel hayat içinde, ‘kimlik bunalımı’mız, ‘varlık bunalımı’na dönüşüyor.
Kendi değerlerimizden uzaklaşma davetlerini ninni gibi dinlersek, ikaz sarsıntılarını beşik sallantısı gibi yorumlarsak, uyanmama inadını her şeye rağmen sürdürmekten vazgeçmezsek; elektronik rüyalara dalmış ve realiteden kopmuş bir zihin yapısıyla sarf edilen gayretler tek bir meselemizi bile çözemez. Vahşetin-dehşetin-tehlikenin adı yine ‘uygarlık-çağdaşlık-modernlik’ olarak kondu.
Kültürden, inançtan, düşünceden kaçanlar, ‘yılbaşı’ şemsiyesi altında toplanıyor. Eğlence, içki, kumar, çılgınlık, her türlü rezalet ‘yılbaşı’ adına yapılıyor.
Diyanet Cuma hutbesinde ‘Emri bil-maruf’u gayet güzel ifade etmiş. Yalnız ‘nehyi anil münker’ ile ilgili hiçbir ifadeye yer vermemiş. Böyle güzel bir hutbe eksik kalmış. Diyanet bu yılbaşı meselesinde vazifesini tam yapmalıydı. ‘Kumarsız, içkisiz, harama bulaşmadan yılbaşı kutlaması yapılamaz mı?’ gibi sade bir cümle bile yok.
Beyinler uyuştu, ruhlar iğdiş edildi, ne yaptığını bilemeyen komada bir insanlık dramı yaşanıyor. Yılbaşı hazırlıkları için yapılan bütün faaliyetler, hasta bir toplum fotoğrafı. Cinnet toplumu! Bu toplumu kendi değerlerimiz, hayata taşıdığında ‘Cennet Toplumu’ olur. Taklit edenin, edilenden daha beter duruma düşüşünü görmek isteyen; ibretle dersler çıkararak düşünsün ve olanların olmaması için ‘ne yapabilirim? sorusunu sorsun. Cevabını da düzelmesi/düzeltilmesi için yapılacak faaliyetlerle versin. Hiçbir şuurlu direnç göstermeden yapılanları kabulleniş, teslim oluş, rezilleşme özgürlüğüdür. Ömrümden bir yıl daha gitti. Ne yaptım bu yılda, neler başıma geldi, kimler öldü, kimler kaldı?Hastalıklar, kazalar, belalar, depremler, buna maruz kalan insanlar, onların ızdırabı, hassasiyetleri, vs. Bu hayatın mânâsı ne? O mânâya uygun yaşıyor muyum? Sorumluluğumun idraki içinde miyim? Terör belasını, verdiğimiz şehitleri, depremde kaybettiklerimizi, bu soğukta aç-susuz ayakta kalmak için boğuşanları, yetim ve öksüzleri, ‘huzur evleri’ne terk edilmiş yaşlıları, kapı yolu gözleyen, kapısını vuracak bir ‘himmet eli’ bekleyen nice çaresiz hastaları, yoksulları, yalnızları, kimsesizleri bu vesileyle düşünemez miyiz? Farkında olmadığımız nimetleri, maddi-manevi imkanlarımızı paylaşamaz mıyız?
Hassasiyetlerimizi kaybedince her şeyi kanıksar hale geldik. Işıltılı-pırıltılı neonların, süslerin arkasında, temelinde fikri-zihni sıkıntı var. Mesele kimlik, kişilik, şahsiyet meselesi. Milletin bünyesine uymayan inkılaplar, dini hayatı-şifahi kültürü hiç kaale almayan masa başı insan mühendislikleri, jakoben uygulamalar, zulümler, işkenceler, idamlar... Kılık-kıyafetten, oturup kalkmaya, yiyip-içmeden ev döşemesine varıncaya kadar taklit edilen, dayatılan batıcı hayat tarzı. Bunlara aydınlarımızın halktan kopuk, fildişi kulede yaşayışını da ekleyebilirsiniz. Peşin hükümden kurtulup, ölçülü ve dengeli olamıyoruz. İdeolojik bakışlardan, ‘ne derler?’ baskılarından kurtulamıyoruz? Makul, mutedil, müstakim bir bakışla meseleleri izaha yanaşmıyoruz. Hayat tarzımızı inandığımız gibi yaşamaya, inşaya yahut muhafazaya hoşgörü bekler hale geldik/getirildik. Kişiliğe-kimliğe-şahsiyete saygı. Hepimizden beklenen de bu değil mi?
Müslümanlar tarih başlangıcı olarak Hicret’i kullanırlar. T.C. Devleti, Hıristiyanlara ait bulunan bu tarih başlangıcını resmen benimsediği için bu yılbaşı, aynı zamanda ‘Türkiye’nin resmî yılbaşı’sıdır. Millî ve dinî yılbaşı değildir.
Bu duygu ve düşüncelerle hepinize salih amellerle dolu dolu, sıhhat ve âfiyet içinde bir ömür geçirmenizi diliyor; 1441’in de, 2020’nin de bu millete, bu ümmete hayırlar getirmesini, kanın ve gözyaşının dinmesini, Rabbimden niyaz ediyorum.
Yaşar Değirmenci.