Din Binamızı Yıkmayalım!
Allah, insana tabiat, hayat, dünya ve ahiret hakkında sahih ve doğru bilgiler vererek insanın içini dışını temizler ve böylece insanı yavaş yavaş alçaktan yükseğe, zilletten izzete, süfli ve hayvani hayattan insanî ve kutsî hayata çıkarır. Ferdi ve sosyal hayatla ilgili hiçbir şey yoktur ki İslam orada tecelli etmesin, onunla ilgilenmesin.
Din; insanın hem dünya hem ahiret saadeti için Allah’ın ona teklif ettiği iman ve amel bütünüdür. Bir Müslüman, tabiî olan meyillerinden hiçbirini öldürme düşüncesinde olmaz. Dünya nimetlerinden hiçbirini küçük görmez. Hayat mücadelesinden yaşama azminden ve ahireti kazanma gayretinden geri kalmaz.
Sahabenin âlimlerinden “Tercümanu’l Kur’an” lakaplı İbn Abbas’a göre Kur’an’da dört kısım ayet vardır: itikad (iman), ahlak, ibadet, muamelat. Aslında bu dörtlü tasnif din binasının katlarını ifade eder. Bu dört unsurdan birincisi itikattır. İtikat (iman) zemini olmadan din binası çöker. İman (itikat) esastır. Ahlak, amel ve muamelat/hukuk siyasî münasebetler iman kaidesi üzerine bina edilince insanın her ameli değer kazanır.
İman da dört süreçte tamamlanır: Marifet, tasdik, ikrar, amel. Marifet Hakk’ı akılla bilmektir. Aklın elde ettiği bu doğal ve doğru bilgiyi kalbin onaylamasına tasdik denir. Kalbin onayladığı bir bilgi imana dönüşmüş sahibi de mümin olmuştur. Ancak iş bununla tamamlanmamıştır. O kişinin Müslim sayılması için kalben tasdik ettiğini bir kimlik olarak ilan etmesi gerekir. Bu bir aidiyet imzasıdır. Sözleşmenin uygulamaya konulması gerekir ki, bu da ameldir. Bazı kelamcılar imanı bir ağaca benzetirler ve derler ki: “Kökü marifet, gövdesi tasdik, dalları ikrar, meyvesi ameldir”. İmanın esası tevhid, tezahürü adalettir. Tevhid sadece soyut bir inanç değil, bütün bir varlığı idrakiyle, bir hayat tasavvurudur. Tevhid, her şeyin her şeyle bağlantısı, son tahlilde her şeyin Allah’la bağlantısıdır/irtibatıdır. Zıddı şirktir. Şirk imanın herhangi bir biçimde bozulmasıdır. Şirk, tevhidin zıddıdır. Allah’tan bağımsız ve bağlantısız bir alan tasavvuruna dayanır. İslâm âlimleri, inanç dünyasını üç ana başlıkta toplamışlardır:1- Tevhid: Uluhiyyet, Ubudiyet ve Rububiyyet’in kaynağının tek olduğuna inanmaktır. 2- Nübüvvet: Tevhidin eğitim ve öğretim kurumudur. 3- Mead/Ahiret: Duyularla algılanan verili dünyadan ayrı olarak, idraki aşan bir dünya olan ve insanın eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmesinin ifadesi olan Hesap Günü’ne imandır. Günün şartları, görüntüsü ve gidişatı ne olursa olsun, imandan yana tavır almak, şeref ve haysiyetine sahip çıkmak, Peygamberlerin ortak sünneti olarak Müslümanların en temel görevleri ve imanlarının gereği olan yükümlülükleridir.
İkinci unsur ahlaktır. Ahlak, dinin emir ve yasaklarının gayesidir. Bu sebeple 23 yıllık nübüvvet sürecinin ilk yıllarında nazil olan ayetleri konu tasnifine tabi tutacak olursak, bu ayetlerde itikatten sonra ahlakın geldiğini görürüz. İlk yılda nazil olan Kalem suresinin ayetlerinden biri de, adeta peygamberlik görevinin niçin Hz. Muhammed aleyhisselama verildiği sorusuna cevap sadedinde gelen “Çünkü sen muhteşem bir ahlak üzeresin” ayetidir. Ahlak, ibadetin değil imanın cilasıdır. Ahlakî davranış sadece iyi şartlarla sınırlı bir sorumluluk değil, her hal ve şartta yerine getirilmesi gereken bir hükümlülüktür. Şartların değişmesiyle değişen bir davranış, ahlaki olma özelliğini kaybetmiştir. Mü’min deyince ilk akla gelen özellik ‘güvenilir olma ve güvenme’ özelliğidir.
Üçüncü unsur ibadettir. İbadet kulluğun gereğidir, imanın isbatıdır. Başta iyiliği emir, kötülükten sakındırma olmak üzere, cihad, oruç, tefekkür, zekat gibi ibadetler Allah’a kurbiyyet (yakınlık) için muhteşem bir imkandır. Niyeti, gayesi ve usulü meşru her icraat/faaliyet/eylem ibadet cümlesindendir. Kur’an-ı Kerim’den hareketle bir insanın ömrünün tamamını ibadete dönüştürebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna ibadeti hayat, hayatı ibadet kılmak da diyebiliriz. İmanın isbatı ameldir, dinin hayata taşınmasıdır.
Dördüncü unsur muamelat. Muamelat, insanlar arası ilişkilerimizi düzenleyen ilahi yasalar demektir. İnsanın mutluluğu için gönderilen ilahi vahyin, insanın sosyal ilişkilerini ihmal etmesi beklenemezdi. Sosyal bir varlık olan insanın eşiyle, yakınlarıyla, toplumla, çevreyle, tabiatla münasebetlerini düzenleyen muamelata dair hükümlerin temeli de, İslam’ın sosyal alandaki merkezi kavramı olan adalettir. Biz ise bu binanın katlarını tarumar ettik. Hatta binayı tahrip ettik. Bu Kur’ani sıralamanın tahrip edildiğini görüyoruz. İbadeti ahlakın yerine ikame ettiğinizde, ortaya bir tür ahlaksız abid ve zahid çıkıyor. Dini siyasileştirenler ise din binasının ikinci katı olan ahlak katına muamelatın sadece siyasetle ilgili kısmını yerleştiriyorlar. Ahlaka ise din binasında ya hiç yer vermiyorlar yahut çekme kat kabilinden lütfen yer veriyorlar. Bu tahrif, hayatımızın bütün alanlarına yansıyor. Üsveyi hasene olan Peygamber Efendimizin sünneti/hadisleri/yaşadığı hayat tarzı hayatın dışına çekiliyor.
Servetin, makam ve mevkinin, dünya nimetlerinin, iftihar için değil, imtihan için olduğu unutturuluyor. Sizin kendi inancınız için ne dediğiniz değil, Allah’ın sizin inancınız için ne dediği önemlidir. İnancında eğrilik olan ve bunun farkında olan bir gün düzelebilir. İnancında eğrilik olan ve doğru inandığını zanneden asla düzelemez. Muamelat kısmında bunları düşünmeyi de ihmal etmemeliyiz.
İslam’ın asliyet dairesi değişmez. Asırlar geçse de, binlerce yıl geçse de değişmez. Zaman üstüdür. Dinimiz, ‘hayat tarzı’mızda görülmelidir. Yoksa inandığımız gibi yaşamazsak, yaşadığımız gibi inanmaya başlarız.
Mümin Şahsiyet’ meydana getiriyor mu? Peygamber Efendimiz: “Sizin hayırlınız görüldüğünde Allah’ı hatırlatandır” buyururken, bizlerde ‘dünyevileşme hastalığı’na tutulmuşların hali yansıyor. Yine Rasulüllah Efendimizin “İnsanların en hayırlısı, en iyi okuyanları, en takvalı olanları, iyiliği en çok emredip kötülükten en çok alıkoyanları ve akrabasıyla en çok ilgilenenlerdir” sözleri ümmetinde bir ‘nefs muhasebesi’ yaptırıyor mu? ‘En hayırlı, en şerli’ miyiz? Sorusunu kendimize hiç sorup Peygamberimizden cevapla değerlendiriyor muyuz? Peygamberimiz: “Sizin hayırlınız hanginiz, şerliniz hanginizdir söyleyeyim mi?” sorusuna ‘-Buyur, ey Allah’ın Resulü’ dediler. Resulüllah Efendimiz:
“Sizin hayırlınız kendisinden hep hayır umulan ve şerrinden emin olunanızdır. Sizin şerliniz de kendisinden hayır umulmayan ve şerrinden emin olunmayanınızdır” buyurur. Rabbimiz bize yol gösteriyor, kendisinden şunu talep etmemizi istiyor: “Ey Rabbimiz, bizi de, bizden önce iman eden kardeşlerimizi de mağfiret et. Kalplerimizde iman edenlere karşı kin ve nefret bırakma. Rabbimiz sen Raûf’sun/ Şefkat edip koruyansın, Rahîm’sin/çok merhametlisin.” (Haşr Sûresi, 10. âyet) Peygamberimizi gerek ferdi, gerekse sosyal hayatın içinde sünnetini çağa taşıyan ümmetinden olacağız. Peygamberimizin: “Allah’ın dinini dert edinenlerin özel dertlerini Allah üstlenir. Allah’ın dinini dert edinmeyenleri de Allah kendi dertleriyle baş başa bırakır” buyurması biz ümmetine yol gösteriyor.
Müslümanlar, bâtılda, seküler ortamda yeni bir kişilik haline gelmişlerdir. Anormalleri normal görme ve normal karşılama eğilimine girilmiştir.
Ekonomik, siyasal ve mensubiyet çıkarlarını, dini görevlerine ve din kardeşliğine tercih eder hale gelmiş/getirilmişlerdir. Hastalıklar kabullenilse tedavi olup iyileşebilir. Kabullenmeyince tedavisi imkansız hale gelmektedir. Her Müslüman, gücü yettiğince İslâm esaslarını eksiksiz yaşamak ve sorumluluğu altındakilere yaşatmakla yükümlüdür. Kendimizden başka kimseye tahammülümüz yok. Sıhhatli düşüncenin yegâne yolu, nefsi bir tarafa bırakıp, akıl ve kalp ile düşünmektir. Öğüt vermek kolay, örnek olmak zordur. Dinimiz, samimiyetle, dürüstçe, yaşanıp âyette zikredildiği gibi üsveyi hasene (iyi örnek) olarak hayatın içinde bir Peygamberin ümmeti olduğumuzu göstermeliyiz.
Yaşar Değirmenci.