AH ÜMMETİM AH ÜMMETİM - “Va ümmeti va ümmeti”
Değerli hocamız Ahmet Haluk Dursun için rahmete vesile olacağı düşüncesi ile 2 hatırasını nakletmek istiyorum. Hem anlatmış, hem de yazmıştı.
Şam’da bulunduğum yıllarda (1985–1986) şehir trafiğini düzenlemek üzere alınan bir dizi kararla yaya geçitlerinden geçmeyenlere büyük para cezaları uygulanmaya başlamıştı ve bu konuda gösterilen büyük hassasiyet çok insanın canını yakar olmuştu. Artık, o günlerde herkes birbirini dikkatli olma ve yaya geçidi dışında başka yerden geçmeme konusunda uyarıyordu. Bu sırada görüştüğümüz bir Fransız dostum cezanın sadece Suriye vatandaşları için geçerli olduğunu, pasaport gösterildiği takdirde yabancılara ceza uygulanmadığını söyledi. Ben de, bu duruma çok sevinerek, cebime koyduğum pasaportun rahatlığıyla artık yaya geçidi olup olmadığına bakmayarak, en kestirme yoldan karşıya geçerek gündelik hayatımı daha rahatça sürdürmeye başladım. Nihayet yine bir gün yasak olan yerden geçerken trafik polisine yakalandım. Daha önce almış olduğum istihbarata dayanarak yabancı olduğumu belirtip polise pasaportumu gösterdim. Suriye trafik polisi pasaportumun ay-yıldızına baktı ve “Hayır, olmaz” diyerek geri verdi. Ben, şaşkınlık ve telaşla yabancılara cezanın uygulanmadığını, benimde yabancı olduğumu ve pasaportun bunu ispat ettiğini söyleyince hayatım boyunca unutamadığım bir tarih dersi yahut tarihi bir ders verdi.
“Evet, yabancılara ceza vermiyoruz. Amerikalılara, Ruslara, İngilizlere, Fransızlara dokunmuyoruz. Fakat pasaportunuza baktım, siz yabancı değilsiniz” dedi.
“-Nasıl?” dedim.
“-Türk bizdendir, biz hepimiz Osmanlı değil miyiz?”
“-Evet, muhakkak ki mü’minler kardeştir” diyebildim.
Sonra “-Size sorarım, neden bir Türk hacca gidebilmek için bizden, Ürdün’den, Suudi Arabistan’dan vize almak, pasaport göstermek zorunda kalsın? Müslüman’ın Müslüman’dan pasaport sorması, vize istemesi caiz midir? Ben peygamberimin kutsal emanetlerini görmek için Topkapı Sarayı’na gitmek istersem, benden pasaport ve vize isteyeceksiniz. Bu yakışır mı?” şeklinde konuştu.
Allahu a’lem sanki tarih bizden hesap soruyordu. O hadiseyi, o trafik polisini, o sözleri hiç unutamıyorum ve şimdi Suriye’den gelen her haber bana o ânı hatırlatıyor. Batı emperyalizminin Sykes-Picot’lardan, Lawrence’lardan beri yapmaya çalıştığını, yani aramızı nasıl açtığını hâlâ öğrenemeyecek miyiz? Halep, Şam, Hama, Humus, Lazkiye, Tartus, Deyr-üz Zor, Rakka ve birçok değişik bölgede birçok insanla görüştüm.
Sonuçta şu kanaate vardım: Suriye biziz, biz Suriye’yiz; rejimler, siyasi idareler geçici ayrılıklardır. Önemli olan tarihin, coğrafyanın ümmetin birliğidir. Son söz Peygamber (s.a.v.)’den: “Va ümmeti va ümmeti”. (Ah ümmetim, ah ümmetim!)
AKİDENİN SIRRI
Halûk DURSUN anlatıyor:Geçtiğimiz sene Atatürk Kitaplığı’nda “Yeni İstanbul’da Eskiyi Yaşama Sanatı” başlıklı bir konuşma ve dia gösterisi yapmıştım. Programa başlarken önce dinleyicilere “akide şekeri” ikram edildi. Belki bu tür programda ilk defa ikram yapıldığından pek çok kişi manasını anlamadı ve “niçin akide?” diye meraklı bakışlarla izledi. Halbuki daha önce yurt içinde birçok gezi ve konferansımda akide dağıttığım gibi; Ortadoğu’da Araplara, Balkanlar’da, Arnavutlara, Boşnaklara velhasıl her gittiğim yerde bu ikramı yapıyor ve manasını anlatıyordum.
Bundan önce de Güneydoğu’ya akide götürmüştüm. Akide, kültürümüzde inançla ilgili bir kavramdır. Bağlanma anlamını taşır. Akide şekeri birbirine ve bir yere bağlananların şekeridir. Osmanlı Sarayı’nda belli zamanlar özellikle önemli toplantılarda sadrazama ve divan üyelerine Yeniçeriler tarafından akide ikram edilirdi. Bu, askerlerin devlete sadakatlerini, itaatlerini belirten bir “hüsn-ü hal” işaretiydi. Her iki taraf da akide aracılığıyla birbirine bağlandıklarını, birbirlerini sevdiklerini tatlı bir şekilde beyan etmiş olurlardı. Sarayın dışında, İstanbul halk kültüründe de akide şekerinin büyük önemi vardı. Yeni açılan bir müesseseye, yeni evlenenlere, ev alanlara, ilk defa gidildiğinde ille de akide götürülürdü.
Herkes akidenin ne anlama geldiğini bildiğinden, kimse niçin bu akide getirmiş demezdi. Ayrıca, bayramlarda, amin alaylarında, taşraya gidildiğinde akide vazgeçilmez bir hediyeydi. Bugün artık yavaş yavaş unutulan ve yerini başka modalara bırakan nikah şekerinin temeli de akidedir. Tıpkı mevlitlerde dağıtılan şekerde olduğu gibi… Tabii bu kadar çok akide tüketimi olunca devlet çeşitli zamanlarda akidenin nasıl ve kimler tarafından yapılacağını kontrol ederdi. İstanbul’a özgü bir şeker türü olan akidenin sadesi, fındıklısı, susamlısı, tarçınlısı, güllüsü, menekşelisi, karanfillisi gibi çeşitleri vardır. Bunlar boy boy cam kavanozlarda tezgah ve rafların üzerinde dizili durur, sadece damak değil, bakanlara göz zevki de verirler. (İstanbul’da Yaşama Sanatı Kitabından)
Hocamızı dualarımızda unutmayalım. Rabbim mağfiret buyursun. Cennetinde buluştursun.
Amin.
Yaşar Değirmenci.