Düşmanın Akıllısı, Tartışmanın Seviyelisi
Her şeye rağmen yaşanan, hayata müdahil bir dinimiz var. Toplumu canlı tutan bir sosyalleşmemiz var. Kandiller, bayramlar, cumalar. Üzüntüler, sevinçler, dertler, sıkıntılar hep iç içe. Batıdan aldığımız hazır kalıplara özümüzü zorla yerleştirme yolunu seçtik. Doğulu bedene batılı zihin yerleştirdik. Fıtratımıza ters bir hayatı yaşamaya zorlayan, neredeyse ömrü boyunca kendi benliğiyle çatışma hâlinde tutan inkılaplarla da bir ‘mecburî istikamet’li yola savrulduk. Bunları yapan lider de eğitim sistemimize ‘ulu önder’ olarak geçti. Sonuçta ‘bedene göre elbise değil, elbiseye göre beden!’ Hepimiz; bize dayatılan yeni yaşama biçiminin, yeni hayat tarzının oyuncakları hâline geldik, getirildik. Yaşadığımız gibi inanmaya başlayarak…
Onlar gibi giyinmek, onlar gibi eğlenmek, onlar gibi sevinmek, onlar gibi selamlaşmak, onlar gibi yürüyüp onlar gibi oturmak. Böyle bir medeniyet anlayışının emsali görülmemiştir. Her medeniyet bir kültür kaynağına bağlıdır. Sun’î ve şeklî bir inkılapçılıkla kendi kültürü olmaz ve kendi kültüründe kalınmaz.
Din ilahi bir müessese. Demokrasi ise siyasal yönteme dair insani bir kurum. İki kurumu birbiriyle harmanladığımız zaman ikisini de anlaşılmaz kılarız. İkisini tartışacaksak eğer, demokrasiyi din zemininde tartışmaya kalkmayalım. Biri seküler bir kavram, diğeri ise metafizik bir kavram. Bunun ispatı gibi bir beyanı nakledeyim. Ülkemizde bir dönem görev yapan Batı’nın önemli bürokratlarından biri sefaret notlarına şu düşündürücü cümleyi iliştirir: “Türkiye’de her şey insanîleşmiş, her katı yumuşamıştır. Hayvanlar bile. İstanbul’da uğradığınız meskûn bir mahallenin, Müslüman veya gayr-i müslim mahallesi olduğunu, yöre kedi ve köpeklerinin size karşı aldığı tavırdan anlayabilirsiniz. Eğer kedi ve köpekler sizinle şakalaşıyor ve çevrenizde sempati sergiliyorsa, bilin ki orası Müslüman mahallesi; şayet savunma durumuna geçiyor ve size karşı tavır alıyorlarsa gayr-ı müslim bölgesidir.’
Üstad Sezai KARAKOÇ da “O İslam ki huzur şehirlerinin mimarı; leylekleri bile çatıları ve damlarında, kedileri bile pencerelerinde mutlu. O şehir ki ancak Müslümanlara mahsustur” der. Yardımlaşmanın, sahiplenmenin, kutsalını bilmenin ve yaşamanın milletiyiz biz! Bozulmanın farkında olanlar ve olmayanlar her kim varsa modernizmin ve modern hayatın az veya çok etkisi altındadırlar ve başka şartlarda olabileceğe nispetle farklı bir hayat içindedirler. Dine, örfe ve âdete bağlı nice telakkiler, alışkanlıklar, kurallar ve uygulamalar değişti; bu değişime de az veya çok uymayan yoktur. Kullandığımız âletler, kılık ve kıyafetlerimiz, ev düzenimiz, aile ve akraba ile ilişkilerimiz, dünya ahiret dengesine ait hesaplarımız ve davranışlarımız, israf ve lüks konularına bakan amellerimiz, sosyal yardımlaşma ve dayanışma ile ilgimiz. Medeniyete bakışımızın fotoğraflarıdır.
Hâsılı hayatımızın her alanında değişmeler var. Bunların bir kısmı, İslam’a göre ‘bozulma’dır. Bir kısmı ise zaten değişmeye açık alanda olmuştur ve bozulma sayılmaz.
Sekülerleşme ve bozulmayı sık sık gündeme taşıyanlar, ama kendilerine bakmaksızın hep başkalarını hırpalayanlar önce kendilerine bakmalılar; özeleştiriye kendilerinden başlamalılar ve şu soruyu sormalılar: ‘Ben sekülerleşmenin neresindeyim?’
“Onların Allah dışında yalvarıp yakardığı kimselere sövmeyin ki, onlar da cehaletin verdiği nefretle Allah’a sövmesinler. (Dâvette küfür ve hakaret, küfür ve hakarette ise davet yoktur. Zira bu hem duyguları incitir, hem de savunulan değerleri küfür ve hakarete açık hale getirir.) Zira biz her topluma kendi yaptıklarını güzel gösterdik. (Zımnen: Şirki anlayışla karşılamayın, fakat şirke bulaşmış insanın durumunu anlamaya çalışın!) Sonuçta onlar Rablerine dönecekler: İşte o zaman yaptıkları kendilerine bir bir haber verilecektir.” (6;108)
Niçin bu kısır çekişmelerin kısır döngüsünden bir türlü sıyrılıp kurtulup, nefs muhasebesi yapmıyoruz, yapamıyoruz? ‘Din-dil-tarih-felsefe-ilim-sanat’ verilerinin senteziyle doğan ‘dünya görüşleri’ konusunda politikacılarımız ve aydınlarımız niçin bu kadar cücedir?
Kültür zâfiyeti aydınlarımıza önce ‘millî şahsiyet’ şuurunu kaybettirmiş, sonra buhranlar, hafiflikler, Batı’nın ne kadar halledilmemiş meseleleri, yontulmamış zevki, bırakılmamış çirkin alışkanlığı varsa hepsine kucak açtık. Sevsinler, beğensinler, küçük görmesinler, rahatlık versinler diye! Tersi oldu; sömürdüler, paylaştılar, adımızı da ‘hasta adam’a çıkardılar. Genel çizgi işte budur. ‘Kolaycı-çıkarcı-bencil-sevgisiz-saygısız’ insanlar…
Koskoca Devlet-i Aliye (imparatorluk) yıkılırken Türk’ün yaşama imkânı uçurumun kenarından destânî mücadelelerle çevrilip yakalanmıştır. Son vatan parçasının sınırları ‘medenî’ denilen dünyanın kahpece oyunları karşısında ancak ‘asgarî çekilme hatları’yla (kala kala Edirne’den Kars’a kadar. O da ne şehitler, ne mücadeleler sonucunda!) belirlenmiştir. Hal böyle iken neyi aradık bunca zaman? Neyi aradık da kendimize, ruh kökümüze, öz değerlerimize dönmek lüzumunu kavrayamadık. ‘Batı mı-Doğu mu; Madde mi, Mânâ mı? Sağ mı Sol mu; Din mi İlim mi; Hürriyet mi Oligarşi mi; İslâm mı Hümanizm mi?’ Entelektüel kör ebecilik sanki!
Yaşar Değirmenci.