Kötü Bir Dünyada İyi Bir Müslüman Olmak
Hayat tarzımızı, düşünce yapımızı ‘din’ haline getirmeyelim. Âyetler ışığında düşünüp ‘nefs muhasebesi’ yapalım. Helak edici musibetten kurtulmanın yolu; Kur’an-ı Kerim’i anlamada sünnetin ve sahabe uygulamasının ölçü ve örnek alınmasıdır. İhtilafa düşüldüğünde bunda birleşmelidir. Allah’a güvenen, kendisine güvenilen, herkese güven veren olmamız şarttır. Şu hadisi şerif de hayat tarzımızda önemli olmalıdır.
Peygamber Efendimiz: “Kim; insanların hoşnutsuzluğuna rağmen Allah rızasını kazanmak isterse, Allah onu insanların sıkıntılarından kurtarır.
Kim de Allah’ın hoşnutsuzluğuna rağmen insanların hoşnutluğunu kazanmak isterse, Allah insanları ona musallat eder.” Bu hadisin mütemmim cüzü (tamamlayıcı unsuru) “Allah’ın dinini dert edinenlerin özel dertlerini Allah üstlenir/kaldırır. Allah’ın dinini dert edinmeyenleri de Allah, onları kendi dertleriyle baş başa bırakır.” İmanımızın kemale beyan eden şu hadisi de unutmayalım. Peygamberimiz:
“Kim Allah için sever, Allah için nefret eder, Allah için verir, Allah için engel olursa, imanını kemale erdirmiş olur.” Kasas sûresindeki şu âyet ne kadar dikkat çekicidir.
“Allah’ın sana iyilikte bulunduğu gibi, sen de başkalarına iyilik yap.”
Giderek yaşayan değil, tartışan Müslüman olmaya başladık. Din sadece iman değil, ameldir. Allah bir topluluğa şer murat ederse, onlara tartışma (cedel) kapısını açar ve onları amelden alıkoyar. Modern eğlence kültürünün de amacı, insanları hazzın esiri kılmaktır. Son yıllarda sık sık söylenen “keyif aldım, eğlendim, hoş vakit geçirdim” gibi ifadeler, işte bu hazcı kültürün yansımasıdır. Özellikle değerden yoksun büyütülmüş genç oğlanların ve kızların tek amacı “eğlence” haline gelmiştir. “İyi nedir?” diye çevirip sorun, size vereceği cevap “Beni daha fazla eğlendiren” olacaktır. Bu hazzın putlaşmasıdır.
Hazzı putlaştıranlar; içgüdülerine kul, şehvetine esir olan bir tip yetiştirirler. Çeşitli âyetler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinenleri azapla müjdelemiş münafıklar olarak göstermiş, müteakiben de ‘Onların yanında bir şeref ve üstünlük arayışında mı’ oldukları sorulmuş, bütün şeref ve üstünlüğün Allah’a ait olduğu hatırlatılmıştır. Âyetler, açıkça mü’minleri bırakıp, kâfirlerle iç içeliği münafıklık olarak öne çıkarmaktadır. Nitekim Hz. Ömer: “Allahü Teâlânın hakir ettiğine ikram etme! Onun zelil ettiğini aziz eyleme! Allah’ın uzaklaştırdığına yaklaşma!” diye Müslümanları uyarmıştır. Hazret-i Ömer, kölesi ile nöbetleşe deveye biniyorlardı. Şam’a girerken deveye binme sırası köleye geldiği için, köle deve üzerinde idi. Şam ordusunun kumandanı olan Ebu Ubeyde bin Cerrah, bir heyetle karşılayıp, (Ya Halife! Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halifesini görmek için toplandılar. Sana bakıyorlar. Bu yaptığını beğenmezler) der. Hazret-i Ömer buyurur ki:
(Ya Eba Ubeyde, senin bu sözünü işitenler, şerefi, vasıtaya binip gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Şerefin, Müslüman olmakta olduğunu anlamayacaklar. Biz aşağı insanlardık. Allah Teâlâ Müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Onun verdiği bu şereften başka şeref ararsak, Allah Teâlâ bizi yine zelil eder. İzzet, İslam’dadır. İslam’ın ahkâmına uyan, aziz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, şerefi başka şeylerde arayan zelil olur.)
Mümin kâfir ilişkilerinde mutlak yasak olan kâfirin küfrünü, müşrikin şirkini, münafığın nifakını, mülhidin ilhadını sevmektir. Açıktır ki küfre muhabbet küfürdür. Aynı yasak mü’minlere karşı bir faaliyette onlara destek vermek, onları sırdaş ve yoldaş edinmek konusunda da geçerlidir. Onları kâfir iken şerefli kabul etmek caiz değildir. Şu âyetler bizler için bir şey ifade etmiyor mu? (Mü’minleri bırakıp da kâfirlerin dostluğu ile onur duyanlar, onların yanında izzet, şeref mi arıyorlar? Bilsinler ki, bütün izzet ve şeref yalnızca Allah’a aittir.) [Nisa 139] Ya Nisa suresinin 105. Âyetindeki ‘Sakın hainlere taraftar olma!’ ikazı (İzzet ve şeref isteyen, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır.
[Fatır 10] Mutlak manada mensubiyet ve aidiyet bir kıymet ifade etmez. Onların hakkının verilmesi icap eder. Ameliyle, ahlakıyla, hal ve hareketiyle, takvasıyla… Birinin İslam cemaatine aidiyeti, onun gerçek bir mümin olduğu manasına gelmez. Müminin müminlik ölçüsü, cemaat aidiyeti ve sosyal konumu değil, kalbinin Allah’a karşı duruşudur. Önemli olan, sizin kendi imanınız hakkında ne dediğiniz değil, Allah’ın sizin imanınız hakkında ne dediğidir. Kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak kalınabilir mi? Bu soruyu şöyle de sormak mümkündür. İyi bir Müslüman kötü bir dünyanın şartlarını sineye çekerek yaşıyorsa hâlâ iyi bir Müslüman olarak yaşamakta olduğunu savunabilir mi? İslam’ın vahy edilmeye başlandığı ilk yıllarda, Müslümanlar kötü bir dünyanın en kötü şartları altında en iyi Müslümanlar olarak kalabilmişlerdir. Asr-ı Saadette kötü bir dünyada yaşayan Müslümanları iyi kılan hususla günümüzde kötü bir dünyada yaşayan Müslümanları kötü Müslümanlar haline getiren husus, onların kötü bir dünyaya karşı takındıkları tavırdan ileri gelmektedir. Asr-ı Saadette kötü bir dünyada yaşayan Müslümanlar, kendilerini o dünyanın kötülüklerini sineye çekmek zorunda hissetmemişlerdi. Tersine, kötü bir dünyada yaşadıklarının bilincinde olarak o kötülüklere müdahale etmişler, bu yüzden kötü bir dünyada yaşamış olmalarına rağmen iyi birer Müslüman olarak kalabilmişlerdir. Günümüzdeyse belli bir kısım Müslümanlar, henüz kötü dünyada yaşadıkları hususunda yeterli bir bilinç seviyesine bile ulaşmış sayılmazlar. Kötülük İslam’ın hükümleri dışında kalan, yani İslam dışı olan şey olarak belirlenebilir.
Bu hercümerc içinde mutedil ve müstakim olmaya mecburuz. Bizlere de amel etmek düşüyor. Parti liderinin ‘camiye, siyasete, ticarete dini sokmayalım. Laiklik ne kadar önemli bizim için. O olmadan bizim devletimiz olmaz.’ Sözlerini nereye koyacağız? Dinimizi hayatın dışına çekip vicdanlarda, düşüncede bırakmanın; acıkan insanın yemeği düşünmesiyle doyacağını iddia etmesinden farklı mıdır? Her gün TV kanallarında, bizi bu hale getiren İslâm dışı düşünce ve uygulamaların sebebiyet verdiği vahim sonuçları tahlil ve tenkit yerine, hastalıkların hâlâ çare olarak gösterilmeye çalışılmasına katlanacak mıyız?
Olağanüstüye, sırra (gizeme) olan aşırı ilgiyi, derhal müdahele edip önleyen bir Peygamber anlayış ve idrakinin gittikçe kaybolduğunu müşahede ediyoruz. Şeriatın kabul etmediği her uygulama merduttur. Allah ve Rasulü’nün koyduğu ölçülerden sapma, din eğitimi alanında yaşanan sefalet ve cehaletin sonucundan başka bir şey değildir. Bilgi ve akıl kirliliğinden çok daha fazla din adına olan duygu kirliliği gittikçe yayılıyor. İslâm okyanusunda bir damla olduğunu düşünmeyip, kendi bir damlasını okyanus yerine koyan, İslam’a uyma (Allah ve Rasulü) yerine kendi ölçü ve prensiplerini din yerine koyan yapılara rıza gösterme/tavır koymama Müslümanları bu hale getirmiştir. Seçimlerdeki, referandumlardaki ‘oy meselesi’ni dahi iradesini kullanmanın dışında tutan, başındaki büyüğünün (idarecisinin, hocasının) emrini/talimatını ölçü/tâbi olunacak yol olarak gören anlayışı nereye koyacağız?
Allah’a kul olmanın olmazsa olmaz şartı, ‘Allah ve Resulünün ölçülerine uymak’tır. Değiştirmek istemediği hayat tarzını din haline getirmemektir.
Yaşar Değirmenci.