Batı’nın Gözünde; Doğulu’sun - Müslüman’sın - Osmanlı’sın
Şahsiyetimizi, kimlik ve kişiliğimizi kaybetmemiz, aydın geçinenlerin bunları özendirmesi, beni bu yazıyı yazmaya mecbur etti. Batı senin hiçbir zaman Batılı olamayacağını bilir. O’nun gayesi ‘seni sen olmaktan çıkarıp kendisine tabi kılmak’tan ibarettir. Bir kere sen Müslümansın. Ilımlı ol, kıvrak ol, nasıl olursan ol; her durumda yine Müslümansın. O’nu yaşasan da, yaşamasan da öylesin. Batı’nın gözünde hep öyle kalacaksın. Müslümansın, ‘Dünün Osmanlısı’sın. Çok çağdaş hale de gelsen, başarılarını şampanya patlatarak da kutlasan, anadan üryan gezip dolaşsan da; pornonun, rüşvetin, faizin, çıkarcılığın fırıldağını da üflesen; ‘ben o eski ben değilim!’ diye de bağırsan; Batı’nın gözünde Doğu’lusun, Müslümansın, dünün Osmanlı’sısın, ‘Ne hale getirdim onları!’ diye kıs kıs gülse de, seni kendinden saymaz. Sen kendin olmaktan çıksan da, Batı bunu başarmış bulunsa da…
Bunu, bir sosyolojik kaide halinde tanır: ‘Cemiyetler din değiştirmezler. Yaklaşıp uzaklaşırlar.’ (Kitabi dinlere bağlı cemiyetler için bilhassa geçerlidir.) Sana Batıcılığı empoze eden Batı; senin Batılı olamayacağını, sadece kendinden uzaklaşacağını, bir gün bunun tersinin de olabileceğini bilir. Batı’yla verimli münasebetler tesis etmenin yolu şahsiyetimizi bulmaktır. “Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir” (Nur 139) Bu âyeti hiç ama hiç unutmayalım!
İçte, dengeli bir iktisat politikası takip edersin. Ruh köküne bağlı bir dünya görüşü ve kalkınma anlayışı ortaya koyarsın. İktisat politikanızın dengesi bunlara göre oluşur. Kademe kademe, halka halka, şahsiyet bütünlüğünün her türlü tezahürü kıvamını bulur.
İnsanını ona göre yetiştirsin. Sonra buyursun her türlü mesele, her türlü engel-çengel, her türlü mücadeleci ve müzakereci!
Modern hayatın dayattığı her şeyi elinizin tersiyle itip kendimize mahsus (özgü) bir hayatın temellerini atıp bunun inşasını düşünmek zorundayız. Modernleşme (küreselleşme) karşısında ülkemizin toplumsal yapısından kaynaklanan problemler var. Bir de küresel problemlerden kaynaklanan yönü var işin. Ayrıca ailenin çözülüşü var. Bütün problemleri, meseleleri kendi değerlerimiz ışığında çözmeliyiz/çözeceğiz.
Değişme; dışarıdan telkinlerle değil, içerden inancımızın bize yüklediği misyonun bir gereği olarak gerçekleşmeli. Bunun için de değişkenlerle sabiteleri çok iyi bilmek gerekiyor.
İslam, insanlık dinidir. İnsanlığın olmadığı yerde İslamlıktan bahsedilemez. Peygamberimiz, tevhid ülkesinde puta yer olmadığı, dinin emirleri konusunda hiçbir kimse ya da gruba muafiyet ve ayrıcalık tanınmasının söz konusu olamayacağını açıkça ortaya koymuştur.
Millete inanmayan ve milletin tercihine saygısızlık eden samimiyetsiz aydın tipine saygı duymamak, millete ve demokrasiye saygının gereğidir. Teşhisi cesaretle koyalım.
Cemiyet hayatında bir kültürel şahsiyetlilik görüntüsü yoksa meseleler anlatılamayacak kadar çok ve müşkil demektir. Evet, iyi şeyler de var. Gelişen hususları görmezden geliyor değilim. Fakat ‘netice aynası’ndaki görüntüdür mühim olan. Cemiyetlere öyle bakılır. Şurası burası kurcalanarak işe yarar unsurlar bulup da teselliye çalışmanın manası yok. ‘Batı uygarlığı’ ezberciliği beyin yıkamalar, senelerce yapılan zihin işgali kendi mukaddesini tanımamalar/tanıtmamalar bütün bunlar tamamen yanlıştır. Bir defa bunu kabul edelim.
Kabul etmezsek hiçbir derdimize çare, hiçbir meselemize çözüm bulamayız. Müspet gelişmelerin, sosyal hayatımızın yanlış yoldaki akışına ne ölçüde tesiri var? Ne ölçüde tesiri olabilir? Bu akışı değiştirmedikten sonra, ne gibi bir tesirin varlığından söz edilebilir? Hiçbir toplumda, bu kadar tezat, bu kadar kopukluk, bu kadar yabancılık, bu kadar irtibatsızlık bir arada yaşanamaz.
Öyle insanlar öyle insanlarla karşılaşıyor ki hiçbir ortak tarafı yok. Oturması, kalkması, giyinmesi, konuşması, alışkanlıkları, zevkleri, değer hükümleri, arkadaşlık-kardeşlik-komşuluk anlayışları, üzüntüleri-sevinçleri her şeyleri farklı. Ayrı kıtalarda bile olsa, böylesi olmaz. Bırakınız aynı cemiyeti. Bu hal, ‘bilim teknik ve ekonomi her şeyi halleder’ gafletinden doğmuştur. Teşhisi cesaretle koyalım. Osmanlı’da çeşitli unsurlar yaşıyordu ama cemiyetin sokaklarında, meydanlarında, evlerinde, çarşılarında, havasında, suyunda yaşanan hayat, yürüyen-akan hayat, bir kültürel şahsiyetlilik karakterine sahipti ve insanları birbirine yaklaştırıp benzeştiriyordu. ‘Bilmem kaç çadırdan koca bir devlet kurduk’ sözüne Yahya Kemal’in ‘Hayır! Büyüdükten sonra çadıra döndük!’ şeklinde bir cevabı vardır.
Maksadı, ahengin ve ruhun kaybolmasına işaret etmekti. Ruhu, kültürü ihmal eden maddi büyüme, gerçekten çadırlaşmaya müncer (varıp dayanmak) oluyor! Bunu bugün daha iyi anlıyoruz. Bu hayatın yönü, ancak kültürle, inançla, fikirle, ihlasla, mefkûre heyecanıyla değişir.
Nefsaniyet ve ekonomizm sürüklenişine kapılmaya razı olup, sonradan akıntıya kürek çekmekle değil.
Herkesin kendi menfaatini düşündüğü bir cemiyette hak-huzur kalmaz. Öylesine, ‘Orman Kanunu’ bile denilemez. Çünkü hayvanlar dar bir menfaat çerçevesinde hareket ederler. Tatmin olmaları kolaydır… Acıkınca ve korkunca saldırır, onun dışında zarar verici olmaz…
Ya insan?! İhtirası ve ihtiyacı sonsuz; zekası var, gelişmiş aletlere sahip! Kendi menfaatinden başka bir şey düşünmeyen böyle bir varlık, vahşet duvarını aşar. Engel-sınır tanımaz! Arslan-kaplan, kurt-çakal onun yanında kuzu gibi kalır. İktisadi sıhhat, dengeyi gerektirir. Herkes sürünecek, sen köşeleri birer birer döneceksin! Dönecek köşeler bir gün yok olur ve çorak-kavruk bir zeminde kendini ihtirasınla baş başa bulursun. Emsâli çoktur ve biraz bir şeyler okumuş herkes bunun böyle olduğunu bilir.
Hakikat bir bütündür. ‘Efendim, tam olarak yaşamak mümkün değil’ deniliyor. Tam olarak yaşanabilmesi ayrıdır, bütünlük şuuru içinde şartlara göre dengeyi korumak ayrıdır. Tamlığı-bütünlüğü, ruhundan-zihninden çıkarmışsan, senin için kullanılacak imkan kalmamış demektir.
Öylelerini görüyorum ki, hayrete düşmemek kabil değil. Hayatı bir parselasyona tâbi tutmuş, her parselde başka bir insan olarak yaşıyor. Hiç olmaz, hiç olmuyor…
Nerede bulunursan bulun, şahsiyetinle farklılık göstereceksin, hüviyetini kaybetmeyeceksin. Bu farklılığı oluşturmana yetecek imkan, her hâlükârda vardır. Az da olsa, dar da olsa, vardır. Önemli olan azlık-çokluk değil, senin onu kullanıp kullanmamandır.
Bu hayatı, mümkün gayretler ile her açıdan daha iyileştirmek ve güzelleştirmek, elimizdedir. İktisattan siyasete, kültürden sosyal münasebetlere kadar her mesele, bütünlük şuûruna sahip bulunanların gayretine muhtaçtır. Bu gayret, esirgenir veya gösterilmezse; vahim sonuçlar doğar, buna da hep beraber katlanırız. Unutmayalım ki; son zamanlarda yaşadığımız bütün sosyal olaylar, sonuçtur. Müsebbibi olduğumuz hadiselerden müşteki olmaya hakkımız yoktur.
Yaşar Değirmenci.