* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Başımıza Gelenlere sabır Şükür Kanaat Tedbir Takdirle Karşılık Vermek  (Okunma sayısı 176 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Başımıza Gelenlere sabır Şükür Kanaat Tedbir Takdirle Karşılık Vermek
   
Zerresini dahi zayi etmediği günahları cezasız bırakmayan Allah Teala, maruz kalınan hastalıkları, sıkıntı ve musibetleri bu günahların cezası yerine kabul etmektedir. Böylece Müslümanlar, kurtulamadıkları bazı günah ve kusurların cezasını burada çekmekte, ahirete tehirinden de kurtulmuş olmaktalar. İşte bundan dolayı, hayata İslâmî açıdan bakanlar, başına gelen hastalık ve zorluklardan sonra, İnşallah günahlarımın affına sebep oluyor, diyerek gerginlik duygusuna girmez, hep sabır içinde şükretme huzuru duyarlar, şikâyete yönelmezler. Tedirginlik, bunalım, vs. yok. Zaten inanmış insanlara günahlarının cezası çoğunlukla dünyada gelir, ahirete tehir edilmez. Bu, Allah’ın onları yine sevdiğinin ve koruduğunun da işareti olur. Eğer bir kula bunca günah ve isyanlarına rağmen bir sıkıntı ve zorluk gelmiyor, bir ikaza maruz kalmıyor da, şımarıklık ve günahkârlığını devam ettiriyorsa, cezası mahşere tehir ediliyor demektir. Asla hayrına değildir burada cezasız kalması, isyan ve tuğyanına da devam etmesiyle ilgilidir. Bu sebeple Müslümanlar, başlarına gelen musibetlerden dolayı hep sabretmiş, ahirete tehir edilmeyip de dünyada verilen bir uyarı olarak yorumlayıp teslimiyetlerini sürdürmüş, böylece Mü’mince baktığı hayatında hep mutluluk duymuşlardır. Peygamber Efendimiz, imanlı insanın duyduğu bu mutluluk anlayışını hiç unutulmayan şu özel ve güzel hadisiyle izah etmiştir:

“İmanlı insanın anlayışına hayret edilir. Çünkü üzülecek bir musibete maruz kalsa sabreder kazanır; sevinecek bir nimete nail olsa şükreder yine kazanır. Böylece imanlı insan, hayatındaki her olayı hakkında hayra çevirir. Ya sabreder kazanır, ya şükreder kazanır. Her iki halde de hep kazanır, hiç kaybetmez. Bundan dolayı hayata iman gözlüğü ve İslâmî bakış açısıyla bakanların hali hep kazançlı olur: Ya sabreder kazanır, ya da şükreder kazanır.”

Musibete maruz kalanlara yıkılmama gücü veren bakış budur. Yeter ki başımıza gelenlere ibretle bakabilelim. Bunu bir teselli değerlendirmesi sanmayıp gerçeğin kendisi olduğunun farkında olalım. Sevinci şükretmeye, üzüntüyü sabretmeye dönüştürebilme meselesi! “Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap’da bulunmasın. Doğrusu bu Allah’a kolaydır. Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye (böyle yaptık.) Çünkü Allah, kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi sevmez.” (Hadid 22, 23)

Sevinç ve hüzün, gelgitlerle dolu duygu dünyamızın en önemli durakları.  Hislerin şiddetle esip kabardığı, zaman zaman insanoğlunu kontrolden çıkaran anlardır sevinçli ve hüzünlü hallerimiz. Bir Mü’min olarak sevinç ve hüzün hallerimizde dengeli olmayı başarabiliyor muyuz acaba?  Hâdiseler karşısında aşırı sevinç veya aşırı hüzne kapılarak fânî hayatın huzur ve itidalini muhafaza edebiliyor muyuz?

Allah Teala, Hadid suresininin 22, 23. ayetlerinde sevinç ve hüzün hallerinde müminlerin olması gereken duruşlarına ilişkin önemli uyarılarda bulunuyor: “Elden çıkana üzülmemek, verilen nimetlerle şımarmamak” Müfessirler buradaki üzüntüden maksadın ümitsizliğe düşüren üzüntü, sevinçten maksadın da şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinç olduğunu belirtiyorlar.

Hayatta karşılaşılan her şeyin takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına, ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk’tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü Allah Teâlâ’nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.

Hiçbir kayıp karşısında sendelemez, sarsılmaz; hiçbir kazancın coşkusuna kapılıp kendini kaybetmez. Tersine olayların iç yüzünü bilmiş, kavramış bir insanın hoşnutluğu ve gönüllülüğü içinde yüce Allah’ın plânına ayak uydurur; olup biten şeylerin, aslında olması gereken şeyler olduğunun bilincinde olur. Bu belki de çok az kimsenin tutturabileceği yüksek bir derecedir. Fakat bu konuda Mü’minlerden de şu kadarı isteniyor: Sıkıntıların verdiği acılar ile sevinçlerin yol açtıkları mutluluklar onları yüce Allah’a yönelme, iyi ve kötü günde O’nu hatırdan çıkarmama, hem üzüntüde hem de sevinçte ölçüyü kaçırmama çerçevesinin dışına çıkarmamalıdır. İlk iki âyette insanın hayata bakışını belirlemede çok önemli bir gerçeğe ve bunun hikmetine değinilmektedir: Olan ve olacak her şey Allah’ın ezelî ilminde kayıtlıdır; bunu böylece bilen ve kabul eden insan kaçırdığı fırsatlara hayıflanarak veya Allah’ın kendisine verdiği imkânların sarhoşluğuna kapılarak ömrünü tüketmez. Çünkü bunların ikisi de olmuş bitmiştir. Bu bir musibetse, kendisinin bundaki payını düşünüp sonuç çıkarmalı ve bu sonucun gelecekteki davranışlarına ışık tutmasını sağlamalı. Bu bir nimetse asıl kaynağının kendi bilgi, beceri ve çabası değil yüce Allah olduğunu dikkate alıp övünme ve böbürlenmesi için bir sebep bulunmadığı, bu nimetin kendisine sorumluluk getirdiği bilinci içinde hareket etmelidir. İmtihan gereği olarak başa gelecekleri önlemek insanın gücü dahilinde değildir. Çünkü onun yükümlülüğü, yapılması irade ve tercihine bırakılan davranışlarla ilgilidir. Görevi hür iradesiyle emir ve yasaklara uygun davranmaktır.

Sorumluluktan kurtulmak için iradesini kullanma kendisine verildiği halde yapması gerekip yapmadığı amellerden kendisini kurtarmak için her şeyi kader’e yüklememelidir. Kader’e havale edilen hususlar; maddi/manevi tedbirleri aldıktan sonra hâsıl olan netice beklediği sonuç olmasa bile Allah’ın takdiridir. ‘Kader sınırı’ içinde kalmıştır.

Kendini beğenmiş, böbürlenen ve elindeki imkânları sırf kendisine ait gibi görüp cimrilik yapan, üstelik başkalarının da öyle davranmasını isteyen kimseler ağır bir dille eleştirilmiş, ‘Emanet şuuru’ istenmiştir. “Allah bunu, elinizden çıkan servete ve imkânlara üzülmeyesiniz, Allah’ın ihsan ettiği nimetler ve imkânlarla şımarmayasınız diye size açıklamaktadır. Allah kendini beğenenleri, böbürlenenleri sevmez. Onlar kendileri cimrilik yaptıkları gibi insanlara da cimrilik telkin ederler. Kim yüz çevirirse bilsin ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her türlü övgüye lâyıktır.” (57; 23,24) Sahih kaynaklardan okuduklarıyla, bildikleriyle, dinledikleriyle amel eden samimi Müslümanların; tevekkülü yerinde, tedbir gayreti ve dengesi yerinde. Hayatın acıları karşısında sabır göstermeyi sevinçlerin karşısında şımarmamayı bilir. Her hal ve şartta yaşanan bir dinin mensubu olduğunu da unutmuyor. Mesela bizim büyüklerimiz öyleydi. Toplum içinde ârif kişiler vardı. Şimdi ‘bilge adam’ dedikleri şahsiyetler. Ne kadar ihtiyacımız var bu şahsiyetlere. Yerleri kartvizitlerle, pâyelerle, makam-mevkilerle doldurulmuyor. Zor geçitlerdeki vecize gibi sözleri, metanet ve istikamet gösterir, hayatımıza, birikimimize çok şey katarlardı. ‘Maya insan’lardı onlar. Dedem ‘Allah akıbetini hayreylesin’ der, annem beni okula gönderirken ‘Allah zihin açıklığı versin’ dualarını eksik etmezlerdi. Onların; ruhunda, zihninde, şuurunda kişiliğinde dinin istikamet denge ve tefekkür ışığı vardı. Kariyer, diploma, etiket hastalıklarına tâ o zaman hayatlarıyla ders veriyorlardı. Sabır, kanaat, şükür, sade hayat ve şu hadisi bilmeden yaşarlardı. “Maddi işlerde aşağıya, manevi işlerde yukarıya bakılması.” Bu var ise o insan düşünerek yaşar, sorumluluk şuuruyla yaşar, hayata geniş ve derin bakar; duruşu, hâli, tavrı, bir güzellik taşır.

Paylaşan ve paylaştıran insan! Yaşayışları atasözü olmuş. ‘Sevinçler paylaşıldıkça çoğalır, üzüntüler paylaşıldıkça azalır.’ Yaşanmayan, hayata nüfuz etmeyen, sosyal tezahür imkanlarından mahrum bırakılan her inanç zayıflar, solar, küllenir. Dinimiz; hassasiyetlerimizle hemhal olup, şuur hali içinde hayatımıza yön vermelidir.