Abdülhamid Hanbilinmeden tarih bilinmez!
Abdülhamid Han bilinmeden Osmanlı Tarihi bilinmez ve anlaşılmaz. Aynı zamanda bugün anlaşılmaz, İstiklal Harbi, Cumhuriyet dönemi, bugün çekilen iç ve dış düşmanlıklar, ihanetler bilinmez, gaflet ve dalaletten kurtulunmaz. Dünyanın başına bela olan İsrail ve Yahudi meselesi de Abdülhamid Han bilinmeden bilinemez.
Tarih, insanları yargılamak için değil, bugüne ışık tutmak için incelenmeli, öğrenmeli ve düşünülmelidir. Bugünün birçok meselesi, zannedildiği gibi yepyeni değildir. Tarihteki kökleriyle tanınması mümkün olan bir devamlılığa sahiptir.
Din/dil/tarih şuurundan mahrum yetişen/yetiştirilen gençler ve aydınlar kurtarılmaya muhtaç hale gelmiş/getirilmişlerdir. Bu fikirsizlik ve Batı hayranlığı “devirelim şu Abdülhamid’i de kurtaralım devleti” düşüncesi Osmanlı’yı yıkmak isteyen bütün güçlerle ittifak hali meydana getirmiştir.
Meşhur yazarlarımız, edebiyatçılarımız, âlimlerimiz, din adamlarımız, feylesoflarımız Abdülhamid Hana karşı akıl almadık gaflete hatta ihanete düşerken, bazıları Abdülhamid’i düşürmek için harekete geçen İttihat ve Terakki’nin emrindeki ‘Hareket Ordusu’nun içinde fikren ve fiilen yer alırlar.
Abdülhamid, ıslahat padişahlarının hepsinden üstündü, farklıydı; ancak yapayalnızdı. Hamle yapmasına fırsat verilmediği için, sadece mukavemet etti edebildiğince… İttihatçılar onu düşürdükten sonra ‘tanıyamamışız, keşke tanıyabilseydik’ demişler, hatıralarında da çeşitli itiraflarda bulunup nefs muhasebesi yapmışlardır. Sadece askerler değil, ulema da, umera da tanıyamadı. Eğer ulema bir yanında, askerler ve gençler öbür yanında olsaydı; Abdülhamid Han, zaruri değişimleri, devletin âdeta yeniden kurulması manasını taşıyan bir asliyetçilik hamlesiyle aşabilir, Rumeli’nin de önemli bir kısmı elimizde kalırdı. Cihan harbine girmemizi gerektiren şartlar doğmaz, bambaşka bir ufuk açılırdı. Çevresi hep onu devirmek isteyenlerle doluydu. Batı hayranlıkları sarmıştı ortalığı. Bu hayranlıkların adı fikirleriydi. Başka düşünceleri yoktu. Hareketleri/fiiliyatları/aksiyonları, Avrupa patronajı altında darbe arayışlarından ibaretti. Abdülhamid Han devri yaşanırken hürriyetsizlikten şikayet ediliyordu. ‘İfade edilecek fikirlerimiz vardı ama hürriyeti yoktu.’ Deniyordu. Acaba sahiden öyle miydi? İfade edilecek fikirlerimiz var mıydı? Aydınlarımızın şikayeti umumiydi. Ermeniler Abdülhamid’e bombalı suikast düzenleyip de başarısızlığa uğrayınca, Tevfik Fikret şöyle söylüyordu:
‘Ey şanlı avcı, dâmını bîhude kurmadın
Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!’
Tevfik Fikret’e göre Ermeni komitacıları ‘şanlı’ avcıydı. Abdülhamid ise, bombalanması gereken bir hedef! Bu bakış devlet/millet/ümmet düşmanlarının ortak bakışıdır. Dün de bugün de. Bir Türk, kendi padişahı ile Ermeni Komitacıları arasındaki tercihini böyle mi kullanır? Bugün de teröristlerle mücadelede herkes safını göstermiyor mu?
Türkçüler, Jöntürkler Abdülhamid’i düşürmek gaye ve hedefindeydiler. İslamcılar elbette farklıydılar. Fakat onlar da Batı’nın yanlış anlaşılmasından doğmuş birtakım zaaflara kapılıyorlardı. Abdülhamid’i deviren kuvvetin hazırladığı zemin, (yürüyen merdiven gibi) kayan zemindi. Abdülhamid’i devirdiler, sonra yanına gidip ‘ne yapalım şimdi?’ diye sordular. Aldıkları cevaplar karşısında ‘adam dört duvar arasında dünyayı bizden daha iyi görebiliyor’ diye hayret ve hayranlıklara düştüler.
Abdülhamid Hanın lehinde ne kadar yazılsa, konuşulsa azdır. Çünkü hakkı çok yenmiştir. Yapabilecekken, ısrarla inatla engel olunduğu için yapılamayanlar, çok büyük bir dikkat, itina ve titizlikle üzerinde durulması gereken hususlardır. Abdülhamid Han vaktiyle anlaşılsaydı; Türkiye onun zamanında yeniden dünyanın en büyük devletleri arasına girerdi. Balkan ve Dünya harpleri yaşanmadan yeni bir coğrafya ve bünye değişimini millî hüviyet içinde gerçekleştirir, Tuna’dan berisi hâlâ bizde olurdu. Belki hayal gibi görünecek ama değildir.
Talat Paşa itiraf etmiştir: ‘Keşke önceden tanıyabilseydik’ demiştir. Abdülhamid’in ölümünden sonra, elleriyle yüzünü kapatıp hüngür hüngür ağlamışlardır.
Abdülhamid, despot yapılı bir insan değildi. Müşfikti, merhametliydi. Vakur, fevkalade mütevazıydı. Barış içinde uzlaşmayla/tesanüdle, her hayırlı değişimin öncülüğünü yapabilecek fıtrattaydı. Türkiye’nin de, dünyanın da gerçeklerini, Jöntürklerden çok daha iyi biliyordu. Hafızası pek nadir insanda bulunacak kadar kuvvetli idi. Dikkati çekecek tarzda üst seviyede bir zekaya sahipti. Bu sebeple görüştüğü kimselerde özel bir tesir bırakırdı. Dış politikada ustaca bir siyaset güderek Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmuştur. Avrupa’nın büyük güçlerine karşı, çok sayıda Müslüman sömürgeye sahip Fransa, İngiltere, Rusya gibi devletlere karşı da halifeliğin gücünü bir tehdit unsuru olarak kullanmış, zulümlerini önlemiştir. O dönemi bilmek/tanımak bakımından Kızı Ayşe Osmanoğlu ile Baş katibi Tahsin Paşa’nın hatıraları okunmalıdır.
En çok itham ettikleri küçük gördükleri hususlardan birisi ‘Jurnal meselesi’dir. Abdülhamid Han tahttan indirilmesinden sonra İttihat ve Terakki’nin kararı ile Selanik’e gönderildi. Orada Alâtini köşkünde göz hapsinde tutulmaya başlandı. Selanik’te bulunduğu esnada, kendisinin muhafızlığı vazifesini yerine getiren Ali Fethi Bey ile yaptığı görüşmelerde geçmişin bir muhasebesini yaparak icraatları hakkında bilgi verdiği ve bu vesile ile devrini ve şahsını savunduğu görülmüştür. Ali Fethi Bey ‘Üç devirde bir adam’ kitabında tesbitlerini, hayranlığını, yanlış tanıdıklarını, kıymetini bilemediklerini ondan istifade edemediklerini beyan etmektedir. Abdülhamid Han jurnal ile ilgili kendisine şunları söylemiştir: ‘Jurnal nedir, onu anlamak lazımdır. Jurnal bir hadisenin izahıdır, yani rapordur, fezlekedir, lâyihadır, izahnamedir. Bunlara ihtiyaç duymayan hükümdar, devlet ve devlet adamı tasavvur edilebilir mi? Haber alınmayacak da kararını hayalinden mi verecektir? Bu açık hakikatten sonra geriye verilen jurnallerin mahiyeti, doğruluğu ve iyi niyeti kalıyor. Hakikat olduğuna inandığı olayları, hükümdarına ve devletine bildirmek bir itibarla vatan hizmeti değil midir? Ben bu hususun diğer devletlerde nasıl olduğunu merak etmişimdir. Mesela İngiltere’de bütün İngilizler, İntellicens Servis’in tabii azası imişler. Devletlerinin hizmetinde bulunmuşlardır. Jurnalciliğin kötüye kullanıldığı meselesine gelince; yanlışlar, hatalar, haksızlıklar olabilir ve olmuştur. Fakat ben her şeyi öğrenmek mevkiinde ve zaruretinde idim. Osmanlı Devleti yüzölçümü ve nüfus olarak kendisinden büyük ülkelere dahi benzemez. Mesela Rusya’yı ve hatta Amerika Birleşik Devletleri’ni idare etmek çok daha kolay ve basittir. Çünkü bizim devletimizde kitabi ve semavi bütün dinlerin mensuplarıyla, dünyanın bütün dinlerine mensup ve ırk, kavmiyet ve milliyet olarak dünya yüzünde ne kadar insan varsa hepsi huzur içinde yaşar. Her renkten insan bulunur. Devletimizin örf ve âdetleri olduğu kadar dinimiz de bunların eşitliğini emreder. Halbuki Amerika’da renk farkı mevcuttur. Bir Hintli veya Çinliye insan muamelesi etmez. Bizde bunun tam aksidir.’ Sahih kaynaklardan mutlaka Abdülhamid Han okunup öğrenilmelidir.
Abdülhamid’in elinden alındığı zaman Osmanlı Devleti resmen 4.483.000 kilometrekare toprağa sahipti. 7000 kilometre demiryolu döşenmişti. Batılılaşmaya çalışmak da en sonra yıkılmasıyla sonuçlandı mı?
Yahudi ve İsrail tehlikesini çok iyi bildiğinden İsrail Devleti’nin kurulmasına izin vermemiş Filistin’de bir toprak parçası isteklerine verdiği tarihi cevap hiç unutulmamalıdır.
Tarihini bilmeyen bugünü anlayamaz, yarını göremez. Uyduruk güncelliğin beyin kurutan ruh çürüten yalınlığında mahsur kalanlar, hayattan, ruh köklerinden koptuklarını anlamayan zavallılardır.
Yaşar Değirmenci.