* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: İslâm’la İnsanın Münasebeti  (Okunma sayısı 85 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 7241
İslâm’la İnsanın Münasebeti
« : Eylül 05, 2021, 07:04:12 ÖÖ »
İslâm’la İnsanın Münasebeti

Beşeri öğretiler, Allah’ın insanı “ahsen-i takvim” üzere yarattığı gerçeğinden çok uzaktır. Nedir “ahsen-i takvim” üzere yaratılmak? Yaratılıştaki mükemmelleşme istidadıdır. Her insan bunun için gerekli olan donanıma sahip olarak yaratılmıştır. İnsanı eşyalaştırıp eşyayı kutsallaştıran bir ‘medeniyet’ten insana insanca davranmasını bekleyemezdik. İnsanı insan yapan değerlerin tamamı katlediliyor. İşe yarar organları dümûra uğratılarak insan et ve kemik yığını bir külçeye dönüştürülmek isteniyor. Yıllardır sömürülen insanın, sömürülmesi hiç bitmiyor. Teknolojinin işgalinden koruyabildiği son sığınağı olan duyguları da ticarete elverişli hale getirilmeye çalışılıyor. Batı modernizmi, sapık ilkeler üzerine bina ettikleri kurt kanunlarını insana cazip gelen isimler altında cicili-bicili ambalajlarla servis yapıyorlar. Alın terini, zihin terini ve yürek terini sömürüyorlar. Kafalara, bileklere ve yüreklere şeffaf zincirler vuruyorlar. Gerçek özgürlüğe ulaşmamaları için insanları yalancı özgürlüklerle avutuyorlar. Çağdaş köleliğin boyutları kadim kölelikten çok daha büyük. Zincirlerini kolye, kafeslerini saray zanneden çağdaş köleler eskiler kadar şanslı da değil. Çünkü şimdikileri köle olduklarına inandırmak hayli zor. İnsan; makineye, teknolojiye, dijital işgale köle! Kurdukları insansız sistem; fıtratına, değerlerine göre değil, kurdukları sisteme göre. İnsana göre elbise değil, elbiseye göre insan. Ruhsuz bir sistem. Ruhları yok eden, ruhları yok edilenlerin farkında olmadıkları kendini kaybeden, nasıl kaybettiğini bilmeyen, köklerinin nasıl kuruduğunu, kurutulduğunu bilemeyen hale getirilen birey ve toplum. Kendi cennetini yitiren, başkasının cehennemine sürüklenen insan! Bu toplumsal sürüleştirmenin karşısında, ancak yüreklerini, zihinlerini ve bileklerini bütün zincirlerden arındırmış olanlar durabilir. Dünyanın geçici metaına kanmayıp kendisini ölümsüz değerlere adayan fertler, böylesi bir toplumda hür olduklarını iddia edebilirler. Böylesine sürüleştirilme işlemine tabi tutulmuş toplumların kurtuluşu için gerekli olan dinamizmin kaynağı da ‘özgür’ şahsiyetlerdir. Paha biçilmez hürriyetini uluslararası sömürü sisteminin vaad ettiği bir parça geçici rahat karşılığında satmayan bu özgür şahsiyetler, gerçek hürriyetin canlı sembolleri olarak bir gün içinde yaşadıkları toplumlarda “maşeri vicdanın” uyanmasına öncülük edeceklerdir. İnsan, varlıkla ilgili temel meselelere vahiyle cevap bulur. İslam, insanın ebedi mutluluğunu sağlayacak reçete olan vahyin adıdır. İslam ve insan, adeta et ve tırnak, tohumla toprak gibi birbirleri için yaratılmışlardır. Gerçek hürriyetin adı olan İslam’ı (Allah’a kulluğu) insansız, insanı İslâm’sız bıraktığınızda başlar felaket. İslam, insanın evrenle, tabiatla, insanla uyum içerisinde yaşamasıdır. İslam, insanı insan yapan değerler bütünüdür. İslâm, sonradan verilen bir fazlalık değil özde bulunanın ortaya çıkarılmasıdır. Fıtratıyla buluşturulmasıdır. Bu öğretinin özelliği, pak fıtratın, zihnin ve kalbin üzerine çöken kiri, isi, pası temizlemesidir. İslâm bizatihi müzekkidir, insanı temizler, damıtır, arıtır. İnsanın aradığı İslâm, İslâm’ın aradığı ise insandır. Bu iki sevgilinin buluşmasıyla iman ortaya çıkar. İnsanın İslâm’ı yaşamasıyla amel, bilmesiyle ilim, görmesiyle ihsan, tanımasıyla irfan, bilincine ererek yaşamasıyla takva ortaya çıkar. Burada, çok boyutlu bir kavram olan “takva”nın diğer anlamlarına, özellikle bâtıldan korunup hakka sarılmak demeye gelen ‘ameli’ değil ‘akidevi’ anlamına dikkat edelim. İnsan başıboş bırakılmamıştır. (75 Kıyamet 36) Elbette insanı yaratan, yarattığı insan için bir hayat programı da vaz etmiştir. Allah yerleri gökleri ve ikisi arasında bulunan şeyleri oyuncak olarak yaratmamıştır. (44 Duhan 38) Ya ne için yaratmıştır? Ubudiyet. Günümüzde insanla İslam’ın arasına engeller konulmuştur. Et ve tırnak birbirinden ayrılmış; tohum topraksız, toprak susuz bırakılmıştır.

Sahabe nesli kimin insanıydı? İslam’dan önce şirkin insanıydı. Allah Resulü onları bir şeye çağırdı: “Kulu la ilahe illallah, tuflihu!” (La ilahe illallah deyiniz, kurtulunuz!) Onlar da, “La ilahe illallah” dediler kurtuldular. Aynı şeyi biz de söylüyoruz, bir değil bin defa söylüyoruz. Söylediğimiz halde neden bu söz bizi kendi cahiliyyemizden çıkarmıyor? Bu soru sorulup ‘nefs muhasebesi’ yapılmalı. Tevhid; sahabede yalnızca ezberden tilavet edilen bir slogan değil hayat tarzı/biçimi. Felsefe değil yaşantı. Metafizik bir gerçeklik değil bireyin her şeyiyle kendisine teslim olduğu bir hakikat. Bu düşünce ve kavramlar ışığında, tevhidin bireysel yansıması olan kafa, yürek ve bilek (zihin-kalp-güç) birliğinin sağlanması gerekiyor. Yani “muvahhid” olma şartı. Müminin öncelikle tasarrufu kendisine ait olan benliğini bölünmüşlükten, parçalanmışlıktan kurtarması gerekiyordu. İnsanın kendi varlığında gerçekleştiremediği tevhidi diliyle söylemesinin hiçbir şeyi değiştireceği yoktu. Çünkü tevhidin ilk hedefi şahsın bizzat kendisiydi; onu uygulayacağı ilk alan da toplumsal alandan önce bireysel alandı. Bu alan kendi ölçü ve değerlerimizle doldurulduğunda değişime ‘BİZ’ kalarak direniriz. Peygamberimizin “Tevhid Dâveti”ne icabet ederiz.

Tevhid, burada sayamadıklarımızla birlikte saydığımız bütün güzellikleri ikame etmenin ve bütün kötülükleri, çirkinlikleri tasfiye etmenin, önlemenin adıydı. Aslında “La ilahe İllallah”a çağrı çirkinlikten güzelliğe, kötülükten iyiliğe, ahlaksızlıktan ahlaka, zulümden adalete, anarşiden nizam ve intizama çağrı anlamlarını taşıyordu. Onlar da bunu kavradıkları için “La ilahe illallah” dediler, bunu yaşadılar. Tevhidi bir hayat düsturu edindiler ve kurtuldular. Onu söylemek hayatı değiştirmek demeye gelmeseydi, söylerler ve eski hallerinde devam ederlerdi. İşin hiç de öyle kolay olmadığını Kur’an’dan öğreniyoruz: “İnsanlar yalnız ‘inandık’ demekle, hiç sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (29 Ankebut 2) Onlar tevhidi bir inanç olarak kalplerine, bir düşünce olarak kafalarına, bir eylem olarak bedenlerine, bir hayat biçimi olarak yaşantılarına, bir dünya görüşü olarak da toplumlarına hâkim kılmışlardı. Zaten böyle olmadığı zaman “tevhid” fonksiyonlarını yerine getiremezdi. Tevhidin tevhid olabilmesi, öncelikle muhatap aldığı ferdin birimlerinin tamamında uygulamaya konulmasıyla mümkündü. İslam’ın insanı olamadık henüz. Çünkü Allah’ın kulu üzerinde yarattığı altın dengeyi bulamadık, nefsin esaretinden, dünyevileşme hastalığından kurtulamadık. Özgürlüğün Allah’a kulluk ile başladığını da unuttuk.

Yaşar Değirmenci.