DİNİMİZİ ZAMANA HEBA ETMEYELİM
‘Zamana uyma’ propagandaları yanında, Müslümanları İslam dışı hayat tarzına zorlayıcı sosyo-ekonomik kurumların bol miktarda kurulmuş ve kurulmakta olduğu gerçeği, bu konudaki tehlikenin büyüklüğünü en açık ve en acı şekliyle gözler önüne sermektedir. Zamanın akışında erimek ve sonsuz sonu kaybetmek, zamanın akışına soylu bir karşı çıkışla hayatı hakka uydurmak ve sonsuz sonu (ebedî hayatı) kazanmak. Mesele bu!
Müslümanın Müslümanca yaşamakta kesin kararlı olması ve inançlarının kurtarıcılığına inanmasıdır. Müslüman, bu çalışmasını ikmal edemese bile, yapabildiği kadarıyla yapmalı, fakat asla bu şuur ve gayretten uzak kalmamalıdır. Hayatın gayesi, tek kelimeyle “Allah’a kulluk”tur. Kulluk ise hayatı, Allah’ın emirlerine uydurmak demektir.
İslam’ın Allah yolunda cihad ilkesinin terki, cihad gereği olarak geliştirilecek medeniyet ve terakkinin durması, dünyanın Müslümanların hakimiyetinden çıkmasını zorunlu kılar. Nitekim böyle de olmuştur. İmanın mü’mine yüklediği yüke (sorumluluğa) rağmen mü’min, kötülüklerin yayılmasına karşı tepkisiz kalamaz. Allah katında önemli olmayan bahanelerin arkasına sığınamaz. Şartları, siyasi menfaatleri, kişisel ihtirasları, kabile ve ülke menfaatlerini kollama gibi gerçeklerle Allah’a isyanın yayılmasına karşı sessiz kalamaz, hatta isyanın yayılmasına imanın gerilemesine karşı aktif görev sorumluluğunu “din görevlileri” adı altında resmi vasıflı bir kitleye de terk edemez mümin. İman bir nimetse her mümin o nimetin külfetine katlanmak zorunda olduğunu bilmelidir.Günümüzde müşahede edilen hal, din ve dindarlık konusunda seküler ve dindar çevrelerde yaşanmakta olan ihmal ve abartıdır. Sonuçta da ‘içi boşaltılmış dindarlık’ doğal/kabullenilebilir hale gelmiştir. Müslümanlar, bir gün mevcut evrensel düzenin bozulacağına, daha açıkçası Kıyamet’in kopacağına iman etmiş kimselerdir. Böyle bir inancın sahipleri, nasıl olur da günün şartlarına “değişmez/değiştirilemez” diye bakabilirler ve bu büyük çelişkiyi nasıl içlerine sindirebilirler?
Resulullah Efendimiz “Mü’minin ferasetine/öngörüsüne saygı gösterin. Çünkü o Allah’ın nuru ile değerlendirme yapar” buyurmuş sonra da “gerçekten bunda firaset/idrak/anlayış sahipleri için (yani fikr u feraseti olanlara) ayetler/ibretler vardır” ayetini okumuştur.
Hayatın her döneminde vahyi önceleyen bir düşünce ve yaşantıyı benimsemek, her zaman esası yakalayabilme mutluluğunu verir. Ayrıca vahiy öncelikli anlayış, kişisel görüş ve değerlendirmelerin (rey ve kıyas) yanlışlığından ve manevi vebalinden de kurtulma şansı tanır. Bunun sonunda ise, “olgun mü’min/iyi Müslüman” kalitesi ve erdemi yakalanmış olur.
Vahiy öncelikli bir fikir/ düşünce, inanç ve amel/eylem hayatına ihtiyaç bulunduğu açıktır.
Görüşleri dine dayandırmak/vahiy ile test etmek bir ilkedir. Buna, kendi kişisel değerlendirmelerini aşma, aklın önüne vahyi koyma ilkesi diyebiliriz. Hadisimizdeki “Mü’min Feraseti”nin, kaynağı bu ilkedir. Olayları “Allah’ın nuru ile değerlendirmek” ancak vahyi önceleme sonucudur. Sahabilerin yaptığı gibi cemaati iltizam/tercih etmek, yani “vahyi önceleyen, Kitap ve Sünnet bağlılığını esas alan ehl-i sünnet ve’l-cemaat içinde kalmaktır. Yaşanmayan, hayata intikal etmeyen, vicdanlara hapsedilmiş bir din ve iman sadece bir iddiadır. Dindarlık ise iddia ile olmaz. Dindarlık ve dine saygı, dini olanı, dinde olanı yaşamakla ve kullanmakla ispat edilebilir. Gerek fert, gerek millet olarak tercihlerini daima din kardeşlerinden yana kullanmak zorundadır. Günümüz dünyasında beynelmilel platformlarda Müslümanların birbirlerine arka çıkmaları, dünyadaki güç dengeleri bakımından fevkalade ehemmiyet arz etmektedir.
Din kavramı, sonuçları ahirete uzanan inanç ve uygulamalardan oluşan bir bütündür. Din, akıl sahiplerini, kendi arzularıyla hayırlara sevk eden ilahi bir nizam, Allah Teala tarafından vaz edilmiş ve insanları Allah’a ulaştıran bir yol, bir kulluk çerçevesidir. Din denen kavramın son ve en mükemmel temsilcisi, Allah Teala’nın, Müslümanlar için kemale erdirdiğini ve seçip razı olduğunu bildirdiği İslam’dır, Müslümanlıktır.
Kitaplardaki değil, hayattaki haliyle “Müslüman, kendini yitirmiş bir değerdir.
Günümüzdeki “olağanüstüye”, “gizeme”, “sırra”, “esrara” olan aşırı ilgiyi nereye koyacağız? Hocaların da, idarecilerin de ‘hatasızlık’ anlayış ve inanışı, bu kimseleri ‘hatalarında bile hikmet arama’ sapıklığına götürmez mi? Bu zararlı ilginin önü ancak sahih bilgiye dayalı sahih imanla alınabilir. Yoksa rüyada Rasulüllahı görüp ondan talimat alan, yaptığı icraatlardan sorumlu olmayan, kalpleri okuyan, şahısları putlaştıran yalan, dolan, istismar ve sahtekârlıklarla dolu bir yapı iflah olmaz.
Bi’ri Maune ve Reci Vak’asında, tuzağa düşürülüp katledilen sahabe-i kiramın (Allah bildirmediği için) katledilmelerine mani olamayıp, buna sebep olanlara beddua eden bir Peygamber görüyoruz. Olağanüstüye, sırra (gizeme) olan aşırı ilgiyi, derhal müdahele edip önleyen bir Peygamber anlayış ve idrakinin gittikçe kaybolduğunu müşahede ediyoruz.
Şeriatın kabul etmediği her uygulama merduttur. Bunu önlemeye çalışmayan, hatta çanak tutan, maddi/manevi menfaat uğruna (güya ilmî toplantı muamelesi gören ‘Abant Toplantıları’na katılan) âlimlerin vebali, mesuliyet ve mükellefiyetleri, sebep oldukları faciaya dönüşen Müslümanların halinden daha iyi anlaşılıyor. Bunun hesabını öbür âlemde veremeyeceklerdir. (Emri bil maruf, nehyi anil münker vazifesi iptal mi edildi?)
15 Temmuz’u sadece Feto’ya hasretmek doğru değil. Bütün şer güçlerin (Batı, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Yunanistan, İsrail, Ortadoğu, Birleşik Arap Emirlikleri, daha saymaya lüzum yok) yaptırdığı Türkiye’yi bölme, parçalama, yıkma faaliyetinin sembolü olan bir ihtilal teşebbüsüdür. İnançlı rütbelilerin bile o inanç ölçülerini Allah’tan, Resulüllah’tan alma yerine putlaştırdıkları kişi, kurum ve kuruluşlardan alıp silahsız insanları öldürebilmişler, hiçbir ihtilâlde bombalanmayan TBMM’yi bombalayabilmişlerdir.
Yaşar Değirmenci.