Dört Hicret ve Düşündürdükleri
Hicret’ten alınacak çok dersler vardır. Mesela dînimiz, herkesi tek tip bir hicret yaşamaya mahkûm etmemiştir.
Her muhacir hicreti kendi fıtrat, idrak ve vüs’atince yaşamıştır.
Hz. Suheyb-i Rûmî’nin hicreti:
İnsanları gerçek anlamda iyiliğe ulaştıracak olan en temel ahlakî özelliklerden biri ‘fedakârlık’tır.
Fedakârlık; insanın sahip olduğu¸ sevdiği¸ değer verdiği şeylerden hiç düşünmeden ve seve seve feragat edebilmesidir. İnandığı değerler ya da sevdiği insanlar uğruna gerektiğinde her türlü zorluk ve sıkıntıyı göze alabilmesi¸ bu konuda elinden gelenin en fazlasını yapabilecek şevk¸ azim ve iradeyi kendisinde bulabilmesidir. Kendi menfaatleriyle¸ inandığı değerler ya da sevdiği insanların menfaatleri arasında seçim yapması gerektiğinde kendi çıkarlarından vazgeçebilmesidir. Bir ayetinde Cenab-ı Hakk “İnsanlardan öyleleri de vardır ki¸ Allah’ın rızasını kazanmak için kendini ve malını feda eder. Allah da o kullarına şefkatlidir.” (Bakara 207) buyurmaktadır. Allah yolunda kendini feda edebilmek, malını mülkünü¸ tüm varidatını O’na (c.c) sunabilmek. Ancak has insanların¸ yiğit müminlerin işidir bu. İşte Suheyb-î Rûmî de bunlardan biri. Süheyb¸ Allah ve Resulü için bütün zenginliklerinden vazgeçen insanların sembolüdür.
Yukarıda zikredilen ayet-i kerime kendisi hakkında nazil olmuştur. Peygamberimiz ile arkadaşlık edenlerin başında gelen bu sahabe¸ Mekke’ye sonradan gelmesine rağmen¸ kendini onlara kabul ettirmiş büyük bir şahsiyettir. Başta Resul-i Ekrem olmak üzere¸ Hz. Ömer gibi¸ ashabın önde gelenlerinin takdirine mazhar olmuştur.
Peygamberimiz ashabına hicret izni verince¸ gizlice hazırlıklarını yapmış¸ kimseye fark ettirmeden Mekke’den çıktı. Müşrikler Mekke çıkışında Suheyb’in etrafını kuşattılar ve ‘Sen Mekke’ye fakir olarak geldin.
Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin¸ hem bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz’ dediler. Süheyb’in¸ Rasulullah’a olan muhabbeti¸ bağlılığı ve O’na kavuşmak arzusu¸ Medine’ye gidip ibadetlerini rahatça eda edebilmek isteği çok fazlaydı. “Yanımda ve Mekke’de bulunan mallarımı size verirsem yolumu açar mısınız?” teklifini sununca hak ve hakikatlerden nasibi olmayan müşrikler hemen kabul ettiler. Aç-susuz Medine yolundaydı artık. Gecesi gündüzü ile günler sürecek yolculuğuna başlamıştı.
Hz. Ömer’in Hicreti
Hz. Ali Hz. Ömer’in hicreti için der ki:
“Muhacirlerden hiç kimse bilmiyorum ki, gizli olarak hicret etmiş olmasın. Ömer bin Hattâb bundan müstesnâdır. O hicret edeceği zaman kılıcını kuşandı, yayını omzuna astı, oklarını ve mızrağını eline aldı ve Kâbe’ye gitti. Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri, o sırada Kâbe’nin yanında bulunuyorlardı. Ömer Kâbe’yi yedi defa tavaf ettikten sonra onların yanına vardı ve şimdiden gelecekteki zaferlerin ilk hamlesini gösterircesine müşriklere haykırdı:
“– İşte ben de Medine’ye gidiyorum! Anasını ağlatmak, hanımını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler arkama düşsün, şu vadinin arkasında karşıma çıksın!”
Ancak hiç kimse O’nun ardına düşüp takib edemedi.”
Hz. Ali’nin Hicreti ve Kuba’ya Gelişi
Rasulullah, Mekke’den ayrılırken, müşrikleri oyalayıp vakit kazanmak için Ali’yi yatağına yatırmış ve yanında bulunan Mekkelilere ait bazı emanetleri ertesi gün sahiplerine iade etmesini, işini bitirdikten sonra hemen yola çıkmasını ve kendisine yetişmesini söylemişti. Ali söylenenleri aynen yapıp, emanetleri sahiplerine teslim edince Mekke’den ayrıldı. Zorluklarla dolu, yorucu bir yolculuğu takiben Kuba’ya gelebildi. Ali, Rasulullah’a yetişmiş ve Kuba’ya gelmişti fakat yolculuğu çok zor şartlarda geçtiği için yorgundu, ayakları yaralanmıştı.
Kuba’ya gelir gelmez yorgunluktan yığılıp kaldı. Bir adım dahi atacak hali yoktu. Rasulullaha, Ali’nin Kuba’ya geldiği, ancak ayakları yaralı ve çok yorgun olduğu için yerinden kalkamadığı bildirildi. Rasulullah, Ali’nin geldiğini duyunca sevindi. Hemen kalkıp onun bulunduğu eve gitti. Ayakları kanlar içinde, yorgunluktan kıpırdayamaz hale gelmişti. Ali’yi görünce duygulandı. Ona sarıldı. Yanına oturup ayaklarını kucağına alarak sıvazladı ve dua etti. Bu sırada gözlerinden yaşlar akıyordu.
Hz. Ebubekir de Mekke’yi terk ederken Mekke’nin sıcağından, Mekke’deki iklim şartlarından, oradaki ticaretin kötü gitmesinden kaçmamıştı. Orada müşrikler; namaz kıldığı için, Kur’an okuduğu için onu rahat bırakmıyorlardı da rahat rahat Allah’ın Kitabı’yla yaşayacağı yer aradığı için Mekke’den hicret etmişti.
Muhacir; zulümden kaçan değil, haramlardan kaçan insandır. Bunun için de herkesin Mekke’si kendi evidir, dükkânıdır, iş yeridir, sokağıdır. Herkesin Yesrip’i, Medine’si de evinin harama daha uzak olan odasıdır.
Görüldüğü gibi herkes kendi fıtrat, idrak ve vüs’atince farklı farklı hicretler yaşıyor. Bütün bu farklı yollar bütün zamanların Müslümanları için açıktır.
Yalnız şunu bilelim ki hicret, can ve malı kurtarmak için yapılmaz. Gaye can kurtarmak olsaydı on mızrağın birden saplanacağı yatağa Ali’yi yatırmazlardı. Bunun için de hicret eden Müslümana ‘muhacir’ denir, ‘göçmen’ denmez. Müslüman, canını kurtarmak için göç etmez. Ekonomik ve sosyal gerekçelerle, etnik bir sebeple yapılmış bir hicret, İslâmî mânâda hicret değildir. Sadece insanlara, baskının sonucu ortaya çıkmış bir yer değiştirme de hicret değildir. Resûlullah ve ashabının hicreti, sonucu muhacirlik olan hicrettir. Kaygıları canları, malları ve sosyal kimlikleri değil son dîni yaşama ve yaşatmaktı. Bunun için muhacir oldular. Bunun için onların hicretleri Kur’an ayetlerinin gündemini oluşturdu.
Peygamber Efendimizin ve ashabının hicreti sadece ve sadece Allah’a kulluğu başarabilmek için yapılmış bir fiildir. Allah’ın emir ve izniyle Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim kılmak dâvâsıyla çıkılmış, kutlu bir yoldur hicret.
Yaşar Değirmenci.