DUR VE DÜŞÜN
Durmayı ve düşünmeyi unuttuk. Bilgisayar teknolojisi her şeyimizi istila etti. Evlatlarımıza bile zaman ayıramaz hale geldik. Onların eğitimini de imkânlarımıza göre başka ‘el’lere havale ediyoruz.
Konfor, rehavet, lüks ve israfı hayat tarzı haline getirme, dünyevileşme hastalığı hepimizi perişan etti. Sabır, kanaat, şükür hayatımıza girmedi.
Batı’nın kavramlarıyla düşünmek, içimizde yer etti. ‘İdrak (algı) yanıltması/yanıltılması bizi kendi değerlerimizle düşünemez hale getirildi. Bir ‘nefs muhasebesi’ yapamaz/yapamaz hale geldik/getirildik. Buyurun beraber düşünüp kendimize çeki-düzen verelim.
Müslüman, dostluk ve kardeşlik içinde gönül ve görev adamıdır!
Toplum yaşayışında saygı ve sevgi hakim kılınacaktır. Görgü kuralları, saygı ve sevginin gölgesinde biçimlenecektir. Sevgi ve saygı bağları, bir lâubaliliğe dönüşmeyecek, insanların özel dünyalarına karışma, onların iç hallerini gözlemlemeye meydan vermeyecek sınırlarla bağlı olacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in “Tecessüs etmeyiniz!” (Kimsenin özel dünyasını gözlemlemeyiniz)” Buyruğu bu konuda ana ilke olacaktır. Ancak, bu ilke, Batının ve batılının taş kalpliliğinin sonucu olan ilgisizlik anlamına da alınmayacaktır. İlgi, sosyal yardımlaşma ve örgütlenme, ‘dostluk’ çerçevesinde, ‘kardeşlik’ özünde çiçeklenecektir.
‘Komşuluk’ da insana birtakım belirli görevler yükleyecektir. Sosyal yardımlaşmada, birtakım parazitlerin Müslümanların merhametini istismarına meydan vermemelidir. Müslüman merhametli olmalı, ama bu merhamet, istismar edilmemelidir. Merhamet, kıyıda köşede kalırsa, elbet, istismar olunabilir. Ama ortalığı kaplar, siteye ve meydanlara hâkim olursa, istismar edilebilme sınırını aşmış demektir. Merhametin kuvveti, istismarın gücünü ezmiş olacaktır bu durumda. Öte yandan, merhamet sömürülebilir diye de, yaşlı, sakat, dul, yetim gibi gerçekten yardıma muhtaç kişilerin sahipsiz, kimsesiz, acı hayat şartlarıyla boğuşmaya terk edilmelerine, yol ve kapı açık bırakılmamalıdır.
İslam’ı; ruhi, sosyal, kültürel ve ekonomik planda gerçekleştirme şuurunda olalım!
Devlet veya yönetim kurumu, emeğe ve sermayeye yol gösterici, iş gösterici, alan açıcı olacaktır. Topraklar işlenecek, su gücü, madenler, yer altı ve yerüstü kaynaklar tabiatı tahrip etmeksizin kullanılır ve işlenir hale getirilecektir.
Devlet, toplum kuruluşları, kişiler el ele çalışacaktır bu amaca varmak için. Kişinin, kuruluşların, devletin ve toplumun bir günü öbür gününe denk olmayacak, dünyanın ahretin tarlası olduğu asla unutulmayacaktır. Yarın ölünecekmiş gibi ahrete, hiç ölünmeyecekmiş gibi dünyaya çalışılması prensip olarak benimsenecektir.
Ne rahiplik, ne materyalizm, ne kapitalizm, her an ibadet ruhu içinde devamlı ve usulünce bilim ve tecrübeyle donanmış, kahramancasına İslâm düzenini ruhî, sosyal kültürel ve ekonomik plânda gerçekleştirme şuuru! İşte çağın fatihleri olarak bir sosyal dayanışma düzeni oluşturulacaktır. Sosyal adalet, kardeşlik müesseseleri kurulacaktır. Tekke fedakârlığı, tarikat hizmeti ve fütüvvet ruhu, yepyeni bir biçimde kültür ve ekonomi alanında doğrulmaya çalışacaktır.
Bunları düşünüp yapmaya çalışırken Müslümanların başsız hali, zor yürüyen bitkin ve bitmiş Papa’nın vahşet ve katliamları ‘uygarlık’ diye yutturulan Batı’nın hâlâ toparlayıcı manevi ‘baş’ları olarak organize faaliyetleri içinde bulunması, bizim başsızlığımız…
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin şu ikazı da unutulmamalıdır. Diyor ki:
‘Bizim milletimiz dışıyla düşmana teslim olmamış, fakat ruhuyla, fikriyle, kalbiyle Garb’a esir olmuş... Esaretlerin en büyüğü, fikrî, ruhî esarettir...
Düşmanınızın, ilmini, sanatını, harp usulünü, taktiğini alırsınız da onun gibi olmazsınız. Bizdeki felâket buradan başladı. İman birliğimizi kaybettik. O gidince; Türk, Türküm; Arap, Arabım dedi.
Yarın belki: Kürt, Kürdüm; Çerkes, Çerkesim; Arnavut, Arnavudum, diyecek. İslâm birliği bu yüzden perişan olacak... Osmanlı, bunların hepsine Osmanlı demiş. Yani İslâm bayrağı olan o bayrağın altında bulunan vatandaşlar kardeştir demiş...”
Şeyhülislâm olduğum günlerdeydi. Sultan Vahdeddin ile mâlum bir meselede anlaşmazlığımız var idi. Onun yaptığı bir tayine muhalefet ediyordum. Sultan bana şöyle dedi: “Hocam, beni mi düşünüyorsunuz; saltanatımın tehlikeye düşeceğinden mi korkuyorsunuz? Vatan kurtulsun da, varsın saltanat elimden giderse gitsin!” Böyle bir asalet, bir vatanseverlik gösterdi. Fakat benim endişem, korkum, başka şeyden idi. Kendisine şu cevabı vermiştim: “Padişahım, saltanatı değil, temsil etmekte bulunduğunuz Hilâfet-i Aliyye-i İslâmiyye’yi düşünüyorum. Saltanat gitse, başka bir saltanat gelebilir. Padişah gitse, ondan daha iyisi de gelebilir. Fakat din gitti mi, ikinci bir din gelmez.
Hilâfetin ilgasından korkuyorum. Hilafet, Müslümanlar için mânevî bir kazançtır. Onun gitmesi, Müslümanların başsız kalması demektir...
Peygamber-i Zişan Efendimiz: Üç Müslüman sefere çıktıklarında, içlerinden birisini emir tayin etsinler ki ihtilâfa düşmesinler, birlikleri, dirlikleri bozulmasın, buyuruyor. Bugün ve bundan sonra, dünyadaki büyük Müslüman nüfusun, Allah korusun, manen başsız kalıp paramparça olması, ne büyük facia, ne azim zarar olur. “Ne yazık ki korktuğum oldu. Padişaha arz ettiğim endişem tahakkuk etti. Bakınız bugün Müslümanlar ne haldeler; ne kadar perişan oldular.’
Her devirde, hayırlı bir topluluğun, toplumu yaşatma görevini üstlenmesini istiyor Kutlu Kitabımız Kur’an. İyiyi buyurup kötülüğü ortadan kaldırmasını istiyor bu topluluğun. İyilik buyuruculuğunun ve kötülüğü ortadan kaldırmanın sürekli, kesiksizce devam etmesi, İslam’ın temel ilkelerindendir. Büyük Peygamber de: “Bir kötülük görürsen onu elinle düzelt, gücün yetmezse dilinle düzelt. Ona da gücün yetmezse, içinden onu kötü gör.” Yani, “yok etmeye gücün yetmedi diye bir kötülüğe alışma” demek istiyor Peygamberimiz.
Kötülüğe karşı savaş, kalpte, düşüncede ve toplumda olacaktır. Kötülüğe karşı savaş, kalpte, düşüncede ve toplumda olacaktır. Kötülüğü bilfiil ortadan kaldırma gücü varken, ya da kötülüğe karşı birlikte hareket etme imkânı varken, bundan kaçan, sorumlu olacaktır, bu dünyada tarih önünde, öte dünyada Allah huzurunda.
Siyaset bir araçtır. Onu amaç edinmemek şartıyla, insanın kendi amacı için kullanması zorunluluğu vardır. Biz kullanmazsak başkaları kullanır ve biz de göz göre göre olumsuz gelişmelere sadece seyirci kalırız. Statükoya razı olmak, her şeyi olduğu gibi kabul etmek, ‘olan’a kendini uydurmak, elbet tasvip edilir bir davranış olamaz. Ama bunun tam zıddı, her şeyi reddetme, yani sadece tepkide bulunma, fakat yeni bir çözüm getirmek için hiçbir çaba sarf etmeme de, kabul edilecek bir tavır olamaz.
Ülkeye sahip çıkmak, milletimize ve insanımıza sahip çıkmak birinci görevimiz olmalıdır.
Yaşar Değirmenci.