* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: FİKRİ SOHBETLERİ İHMAL ETMEYELİM  (Okunma sayısı 270 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
FİKRİ SOHBETLERİ İHMAL ETMEYELİM
« : Ekim 20, 2019, 09:50:56 ÖS »
FİKRİ SOHBETLERİ İHMAL ETMEYELİM

Yüreğindeki Allah korkusunu zihninde ve ruhunda bir mesuliyet şuuru haline dönüştürmek; istikamet yolunda tekâmül etmenin yegane çaresidir, yegane teminatıdır. Mesuliyet, mukavemet, istikamet, teslimiyet, cesaret… Bu bütünlük hayatın ‘var olma’ zaruretidir. Var olmayanın, aslen sevgisi de olmaz, başka faziletleri de. Var gibi görünse bile. Dengeyi bozan hatalar, bilerek yapılan hatalardır. Vahye mazhar olanın dışında, kul hatasız olamaz. Hatta hatasızlık iddiası bizatihi en büyük hatadır. Bilerek yapılan hatalarda meşveret usulü işlemez; işletilmez. Zevahiri kurtarmak için muhafaza ediyormuş görüntüsü verilir, icapları yerine getirilmez, hatayı onaylayan bir çevre ve vasat oluşturulur. O çevreyi ve vasatı aşıp hatanın merkezine (merkezlerine) ulaşmak imkanı da kalmaz.

Bugün İslam âlemi, bilerek yapılan (nefsanî) hatalar yüzünden denge bozukluğunun ağır bunalımları içindedir. Bu illetin neticesi olarak doğan meselelere bakıp ‘çözüm nedir?’ diye kıvranmanın alemi yok. Çözüm, bilerek yapılan hatalardan vazgeçmek. Herkesin kendi menfaatini düşündüğü bir cemiyette hak-huzur kalmaz. Kaide malûmdur. Mevcut imkanları iyi değerlendiremeyen, daha fazlasından mahrum bırakılır; yeni imkanlara liyâkat kesbetmenin yolu, eldekileri en iyi biçimde değerlendirmektir. İmkanlar Seviyesi’nin çok altında yaşıyoruz. Bu hayatı, mümkün gayretler ile her açıdan daha iyileştirmek ve güzelleştirmek, elimizdedir. İktisattan siyasete, kültürden sosyal münasebetlere kadar her mesele, bütünlük şuûruna sahip bulunanların gayretine muhtaçtır. Bu gayret, esirgenir veya gösterilmezse; vahim sonuçlar doğar, buna da hep beraber katlanırız. Unutmayalım ki; son zamanlarda yaşadığımız bütün sosyal olaylar, sonuçtur. Müsebbibi olduğumuz, hadiselerden müşteki olmaya hakkımız yoktur.

Ebudderdâ Hazretlerinin tavsiye ettiği pek güzel bir davranış ölçüsü var: ‘Ben o’nun yaptığı fenalığa buğz ederim. Yaptığı kötülüğü terk ederse, o bana yine eskisi gibidir, kardeşimdir.’ Bir başka söz:  ‘Herkesin yüce gönüllü tarafını tutmak, kimsenin kötü yanını tutmamak.’ Ölçüler karşısında, bir hareketin, bir tutumun aidiyeti değil mahiyeti önemlidir. Yanlış yanlıştır, doğru doğrudur. Falanca kişi tarafından yapılmış olması, ‘Bir yanlışı doğru, bir doğruyu yanlış’ haline getirmez.

Nasılsak öyle idare olunuruz, iç halimiz nasılsa dış (içtimai) halimiz ona göre takdir edilir. Peki bazı öncülerin doğruları söylemesi ve yön göstermesi gerekmez mi? Elbette ki bu gerekli kılınmıştır ve buna muhtacız. Peygamberlik ve tebliğ bunun için var. Peygamber varisleri bunun için var. İrşad ve ‘hakikatleri naklen ve izahen bildirme öncülüğü’ bunun için var. İnsanlık hiçbir zaman yardımsız ve yalnız bırakılmadı. Dıştaki manzara, içimizden taşandır. İslam’ın hitabı, ferdedir, ferdin aklına ve iradesinedir. Aslen böyledir. Sosyal kanunlar izah edilirken bile, asli muhatap ferttir. Umumi bela neden gelir? Engelleme sorumluluğu ifa edilmediği için. İntikal (intibak) aralığında farklılıklar olur; fakat çok kısa sürer. Biz sağlam isek; uyumsuzluklar kabuk gibi düşer; gerçek doku, kendini yenilemiş olarak mevcudiyetini izhar eder. Nasılsak, öyle olacaktır o! Biz böyle bakmaya pek alışkın değiliz. Birileri gelir bizi iyi eder, birileri gelip kötü eder! Hep böyle sanmışız. (Beşeri planı kastediyorum) ‘Asli muhatap’ olma sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmışız. Bir tek ayet-i kerime, bir tek hadis-i şerif, ‘alıcılık/uygulama kıvamına’ sahip bulunsak, yeni bir hayatı yaşamamıza yeter. O kıvama zor eriştiğimiz için; beyanlar/hitaplar tekidlidir, tekrarlıdır, lütufkârdır-müsamahalıdır, yardımlıdır, misallidir.

La ilahe illallah... Ne demek? Nefsine tapmayacaksın, dünyaya tapmayacaksın, paraya tapmayacaksın. Her dalaletin ve gafletin kökü, haddi zatında, nefse tapmanın bir tezahürüdür. Çocuklarını seversin. Nasıl? Alemin çocuklarını hiçe sayarak! Bu, sevgi değildir; nefsaniyettir. Bir sevgi türü ki, seni menfiliklere ve karanlıklara sürüklüyor, ölçüleri çiğnemene sebep oluyor; onun gerçek adı sevgi değil, ‘nefsani tutku’dur. Gerçek sevgi, halis sevgi, tevhidi hakikatten kaynaklanır; insanın kalbini ve gönlünü, bütün cihanı içine alacak kadar büyütür. İnsanın yüreğinde çağlayanlar coşar; insan, ırmaklar gibi akan bir hayat görüşüyle bütün zaruretleri ve tabii (ilmi) realiteleri tam bir mana bütünlüğü içinde seyretmek, düşünmek, yorumlamak imkanlarına kavuşur. Taassup inhiraftır. Taassup, nefs’in malıdır. Kavmini yahut etnik mensubiyetini severmiş! Nasıl? Zulümde destekleyerek! Böyle sevgi mi olur? Zulme destek olmak zulümdür ve zulme destek olan, zulmün tasallutundan kurtulamaz.

Bunu, misal göstermek için zikrettim. Kaide umumidir. Aile için de, arkadaş için de, her türlü beraberlik için de geçerlidir. Nefs, taassup, inhiraf. Asıl ‘şeytan üçgeni’ işte bu! Bir tarafta tevhid ummanı, bir tarafta şeytan üçgeni! Şeytan üçgeni içinde çözüm yok, hiçbir meselenin çözümü yok. Bilakis, her çözüm oradan kurtulmaya bağlı. Ondan kaynaklanan yanlışları, istismar edilmiş kavramların terminolojisine göre tahlile kalkışmanın bir anlamı yok. Ona dayananı soyutlayıp tenkit etmenin bir faydası yok. Yok oğlu yok! Halimiz, ‘hayat tarzı icbarları’ dolayısıyla şeytan üçgenini güçlendiren bir hal.

Manevi meseleyi halletsek, diğer meseleler tıpış-tıpış ‘hal yolu’ na girer. Her şey oraya bağlı. Hayatı anlamak da, insanı anlamak da, İslam’ı anlamakla mümkündür.

Günümüzdeki olağanüstüye, gizeme, sırra, esrara olan aşırı ilgiyi nereye koyacağız? Hocaların da, idarecilerin de ‘hatasızlık’ anlayış ve inanışı, bu kimseleri ‘hatalarında bile hikmet arama’ sapıklığına götürmez mi? Bu zararlı ilginin önü ancak sahih bilgiye dayalı sahih imanla alınabilir. Yoksa rüyada Rasulüllah’ı görüp ondan talimat alan, yaptığı icraatlardan sorumlu olmayan, kalpleri okuyan, şahısları putlaştıran yalan, dolan, istismar ve sahtekârlıklarla dolu bir yapı iflah olmaz.

Sünnet üzere yaşamak, ‘sünneti çağa taşımak’ mecburiyet ve mükellefiyetindeyiz. Yoksa ‘inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız’ sözündeki tehlike bizi bekler. Her hal ve şartta yaşanan bir dinimizin olduğunu unutmayalım.

Allah’ın vahyini insanlara tebliğ etmekle vazifeli olan Peygamber Efendimizin Sünnetini ve hadis-i şeriflerini anlamadan İslâm anlaşılamaz. Dinimiz, Rasulüllah’ın fiil ve kavillerindeki mesajla uygulanabilir. Peygamberimizi hayatın dışına çeken, devreden çıkaran bir din anlayışı sakat bir din anlayışıdır. Rasulüllah’ın hayatı, Kur’an’ın tatbiki ve pratiğe dönüşmüş şeklidir. Onun içindir ki mü’minlerin annesi Hz. Aişe’ye O’nun ahlakı sorulduğunda, “Siz hiç Kur’an’ı okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’an’dı” diye cevap vermişlerdi.

Sünnet ve hadis, mü’minin aklını, şahsiyetini, hayatını inşa eder. Gerek siyer kitaplarımızı, gerekse hadis-i şerifleri dikkatli okuyup amel edersek ifrat ve tefride düşmeden itidalli ve istikametli bir yol izleyebiliriz. Son zamanlarda mü’minler olarak, ölçü ve dengenin kaybolduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bütün yapılan amellerin Allah ve Rasulüne arz edilip o ölçüye vurularak değerlendirilmesi gerekirken, çeşitli düşünce ve mülahazalarla herkes kendi koyduğu ölçüye uyar oldu.

Allah Kur’an’da mü’min kullarını, kâfirleri dost ve velî edinmemeleri konusunda uyarıyor. Kafirleri dost ve veli edinenler gafildir, bilerek yapıyorlarsa haindir. Kafirleri dost ve veli edinmek haramdır. Hiçbir mü’minin Allah’ın ve Resulünün sevmediği kimseleri sevmeye ve benimsemeye hakkı yoktur. Allahın sevmediği, buğz ettiği kâfirlerle, onları dost ve veli edinerek iş birliği yapanlar, bazı dünyevî menfaat ve faydalar edinseler bile, aslında büyük zarara ve hüsrana uğrayanlardan olur. Aman dikkat!..