Hayat tarzımızı hesaba çekelim
İnsanlar arasında en verimli işbirliği, ancak inanç, duygu, düşünce ve amaç birliğinin gerçekleştiği durumlarda kurulabilir. Bir inanç sistemi, ancak bu alanlardaki birlikteliği gerçekleştirdiği oranda amacı istikametinde yol alabilir.
Onun içindir ki bütün inanç sistemleri, mensupları arasındaki bağların güçlenmesine olağanüstü önem verirler. Kur’an işte bu sebeple “Mü’minler sadece ve sadece kardeş olabilirler” talimatını verir. Peygamber Efendimiz, bu tür talimatların muhtevasını (içeriğini) şu ölümsüz tesbitiyle kalıba döker: “Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçek manada iman etmiş olamazsınız.” İnsanlığın değişmez değerlerini temsil eden İslam belli bir kabilenin, kavmin, zamanın, mekânın, ırkın, kültürün, uygarlığın sınırlarına hapsedilemez. Bu niteliğiyle İslam, insanlığa ait ortak doğruları, ahlakı ve erdemi temsil eder. Dinimiz İslâm, iki ayaklı Kur’an olan Peygamberimiz, iş ve güç birliği için insanları motive ederken ırk, renk, dil, coğrafya, kültür, cinsiyet, sosyal konum, servet gibi unsurların hiçbirini değil, takva adını verdiği “sorumluluk bilincini” merkeze alır.
Ruhi yönü olmayan her ilgi hayvancadır. Maddeci medeniyet insanı, en önemli ilgilerinden bile ruhi yön bırakmamak suretiyle, hayvanlaşma sürecine sürüklemek istiyor. Hayat, manasıyla-maddesiyle bir bütündür. İnsan; kalbiyle, iradesiyle, şuuruyla, aklıyla bir bütündür. İslam’ın bütünlüğünü, hayatın ve insanın bütünlüğünde görmek gerekir.
Bütünlükten uzaklaşıp, bir yönüyle öne çıkarılan dini hayat, parçalanmış bir hayattır. İslâm bir hayat nizamıdır.
Bireysel, sosyal, kamu dâhil hiçbir alanda boşluk bırakmaz, bırakmamıştır. ‘Camiye siyaset girmez, paranın dini yoktur’ gibi cümleler, konuşmalar farkında olmadan bizi hayatın dışında bir Peygamber ve din anlayışına sürüklemiştir. Aynı zamanda dinimiz İslâm, ‘İslâm Medeniyeti’ni de kurmuş, medeniyetin ne olduğunu da göstermiştir. ‘Batı Medeniyeti’ diye ezberletilen ve zihnimize kazınan bu iki kelime ferdi, sosyal ve devlet eliyle ‘vahşeti, zulmü, insanlık dışı yapılanları’ medeniyetle (uygarlıkla) insanlığa yutturmuştur. Hastalığa sıhhat raporu uydurmuştur.
Hastadır bu medeniyet. Bu medeniyetin kökleri çürümüştür. Bu medeniyet kendi kültürünün utancı haline gelmiştir. Bu medeniyet İslam’a muhtaçtır. Çağın manası, bu medeniyetin İslam’a muhtaç bulunduğunun farkında olmasıdır.
Medeniyetin kalbi insandır. Dinleyin medeniyetin kalbini! Kıvranıp duran insan ruhunun iniltilerine kulak veriniz! Ve biliniz ki; insanın şu halini görüp de “İslam”ı korku-tehlike kaynağı olarak göstermek, Müslümanların nefislerinden aldıkları fetva ile yaptıklarını dine mal etmek, hayata, kültüre, medeniyete ihanettir. İnsanlık suçudur. Bizim batıcılardan bir gün batılılar bile davacı olacaktır. Millet, devletin gerçeğidir. Müsbet değişimi, sistemin yanlışlarının düzeltilip insanımızın değerlerinin sisteme yansımasına bu tahammülsüzlük, Batı’nın uşağı olmaktır.
Devleti korumak, milleti korumaktır. Milleti korumak, milleti millet yapan değerleri korumaktır. Meşruiyetin kaynağı, milleti millet yapan insanı insan yapan ve de yücelten değerlerdir. Eğer milletten, milletin kararından/iradesinden korkuyorsanız, milleti millet yapan, aileyi aile yapan, insanı insan yapan değerlerden korkuyorsunuz demektir. Bu korkunun bizatihi kendisi, en çok korkulması gereken bir talihsizliktir. Demokrasiyi milletten koruyorsanız, nereye dayanacak sizin demokrasiniz? Demokrasiyi kutsallaştıran, putlaştıran Batı’nın kuklası olmuş, kendi milletinin/devletinin düşmanı haline gelmiş/getirilmiş bir de ‘aydın, gazeteci’ olarak lanse edilmiş bu adamlar ne zaman milletinin kararını içlerine sindirip kabullendiler. Milletten, milletin iradesinden, kararından korkan bir rejiminin adı her şey olur demokrasi olamaz. Milletin reyi ve iradesi, hiç kimse tarafından herhangi bir sebeple aşılamaz. Devamlı tekrar ettikleri, kendi değerlerinden uzak oldukları için kutsal haline getirip ölçü olarak aldıkları, milletinin yaşayış tarzından, dini değerlerini bile o kullandıkları kelimelere vurarak temelsizliklerini ispat ettikleri iki kelime: Laiklik ve demokrasi kelimeleridir. Dinin mahiyeti devleti ilgilendirmez. “Bu din laikliğe uygun mudur?” yahut “Bu dinin esasları laiklikle bağdaşır mı?” şeklinde sualler normal insan düşüncesi midir? Milletin iradesinin üstünlüğüne dayanacak bir sistemi niçin kabul edip inanmıyorsunuz? Bunun neresinde samimiyet vardır? Dürüst olalım, samimi olalım, bu milletin değerleriyle oynamayalım. Unutmayalım ki bütün sistemler insanlığın huzuru, mutluluğu içindir. Bu huzur da insan fıtratına uygun, onun maddi-manevi ihtiyaçlarına cevap veren bir yapı ile gerçekleştirilebilir.
Kendi aydınlarının cenazelerinde bile ‘Kahrolsun Şeriat!’ diye bağıranlar bunun ‘Kahrolsun İslam!’ manasına geldiğini, burada bağıranlar, ses çıkarmayanlar, bunlarla beraber hareket edenleri ‘dinsiz’ hale getireceğini bile düşünmezler.
Allah’ın şeriatını (Dinini) önemsemedikçe doğru bir iş yapmış olmayız. Bâtıl, bâtılla kaldırılmaz. Bu bir kuraldır. Bâtıl Hak ile kaldırılır. Bir kötülüğü başka bir kötülükle gideremeyiz. Eğer bulunduğumuz hâl, bâtılın yerine Hakkı getirmeye uygun düşmüyorsa yani İslam düzenini bir sistem olarak okutamıyorsak, onun yerine bâtıllardan bir bâtılı beğenip alma hakkına sahip değiliz. Okumayı ve düşünmeyi hayatının bir parçası haline getirmesi gereken insanımızı bundan uzak tutarsanız sadece ekonomi, para, menfaat, konfor için yaratılmış insan haline getirirsiniz. Ekonomiyi her şeyin üstüne çıkaran bir materyalizm tutkusu, bütün sosyal hayatımızı yüksek voltajlı bir elektrik cereyanı gibi kavradı.
Dünyada öyle bir gelişmenin var olduğu ve bize de sirâyet ettiği söylenebilir; ama bu tatminkâr bir izah tarzı değildir. Bizdeki hal bambaşka bir hal! Cemiyetin en iyi gizlenmiş ve korunmuş dokularını dahi manevi-kültürel değer ölçülerinin belirleyici önderliğinden mahrum bırakan bir sosyal sarsıntı, benzeri görülmeyen bir hadisedir. Medeniyet tarihindeki örnekler, ferdin iç dünyasını bu derece etkileyen ve mukavemet zenginliklerini böylesine uyuşturan bir anafora şahit olmamıştır. ‘İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlar’ sözü hayat tarzlarına dokundurtmayan insan tipini özetler. Meselâ; birbirlerinin, sıkıntılarını, üzüntülerini, sevinçlerini paylaşmadan uzak bir hayat bizim midir? Birbirimizin basit meblağlarla karşılayacağımız sıkıntılarda bile ‘Banka’ müracaat kaynağı olarak görülünce, “Karz-ı hasen” öldü! Cılız ve isteksiz kımıldamalar hayatiyet değildir. Ekonominin en kötü olduğu zamanlarda bile karz- hasen, (güzel borç) hayatımızın bir parçasıydı.
İdealistlik tarafımız canlı tutulmalı. Her konfor ve rehavetin bu tarafı yıprattığı unutulmamalı. İdeal heyecanının yaprakları bile kıpırdatmaya yetmeyecek derecede zayıfladığı bir “sosyal kesit” tarihin hangi zaman ve mekân dosyasında vardır? Böyle bir kavrukluk hangi asırda ve nerede göründü. (Her şeye rağmen, inanan-okuyan-düşünen bir nesil yetişmiş olması; ümidimizi temsil eden apayrı bir tahlil konusudur.)
Yaşar Değirmenci.