Yaşanan Her Olayı İbret ve Ders Çıkararak Düşünelim
Trafik kazalarının şaşılacak bir tarafı yok. Kendimizi nasıl idare ediyorsak, motorlu araçlarımızı da öyle idare ediyoruz. Bunun teknik bilgi ile ehliyetname şartları ile falan hiçbir ilgisi (bence) yok. Pistlerde test etsinler, bizim insanlarımızım teknik mahareti yabancılardan düşük değil belki yüksektir. Mesele, trafiğin içindeki durumlarda çatallaşıyor. Bizde, arabanın bakımını yapmak, yol ve araç özelliklerini düşünmek insanların hayatıyla ilgili bir iş yaptığının sorumluluğunu duymak, yaşanan şartların şuurunda olmak alışkanlıkları yok. ‘Alışkanlıkları’ diyorum; çünkü belli prensipler ancak alışkanlıklar haline dönüşürse bir hayat tarzı oluştururlar. Bunları her saniye düşünmezsin ama düşünmüşlüğün tezahürlerini günlük hayat içinde tabii alışkanlıklar halinde yansıtırsın.
O hale gelindi ki herkes hayat tarzını ‘din’ haline getirdi. ‘Nefs Muhasebesi’ yapılmaz hale geldi/getirildi. Yanlışları, hataları, ifratları, vs. savunulur bir durum hasıl oldu.
Acayip biçimde araba kullanan birini inceleyin, onun bütün hayatında acayiplikler bulunduğunu görürsünüz. Hayatımızı asfaltta yaşamıyoruz ki, diğer acayiplikler trafikteki kadar dikkat çeksin! Ben yaşama sevincini, nimetlerin şükrünü bilme duygusu olarak anlıyorum. Yahya Kemal, ‘Eskiden evler de, içindeki insanlarla beraber yaşardı’ diyor.
Barış Manço da evine ilk TV aldığında onu severek ailemizin içine girdin, ailenin ferdisin’ diyerek eşyaya değerin aile sıcaklığından aldığını ifade ediyordu. O evleri yaşatan o insanlardı. O insanların şükür duygusuydu, nimetin kadrini bilme derinliğiydi. Eşyalar bile insanlarla birlikte yaşar gibiydi. Altındaki yüz milyonlarca liralık bir mal, çalıştırışında ve kalkışında bile meymenet yok! Hırpalar gibi, bir tarafını kırmak ister gibi, düşmanca bir tavır alır gibi. Böyle davranan adam, bir nimetten istifade ediyor değil, bir şeylerden intikam alıyor haleti ruhiyesi içindedir. ‘Para verdim aldım, sana istediğimi yaparım, bütün tatminsizliklerimin öcünü senden alırım’ demek ister gibidir. Onlara göre vasıta, nakil vasıtası değil, tatminsizliklerin intikamını alma vasıtası! Eski insanlarımız, bir su kovasını, bir çöp tenekesini bile daha insanca kullanırlardı. Şimdi 20 milyonluk 50 milyonluk 100 milyonluk eşyaların uyandırdığı memnuniyet, birkaç gün bile sürmüyor. Sonrasında ‘Âlemde neler var canım!’ soğukluğu, tatminsizliği, hırsı geliyor. Biz çocukluğumuzda alınan ilk çantayı, ilk boya takımını, ilk pergeli, bayramlarda ilk giydiğimiz elbiselerin sevincini hep hatırlar, unutmayız.
Küçümsediğin o güncel üstünlüklere, senin zerre kadar değer verdiğin yok ki. İhtirasla isteyip nankörlük kusar gibi su-i istimal etmek, değer vermek değildir ki.
İnsana değer vermek nimetlere değer vermekten ayrılmaz. İnsana değer vermek, tevhidi kültür terbiyesinden gelir; hayata ve nimetlere değer vermek, şükür duygusunun ifadesidir. Hakikat ve hayat bir bütündür. Sabır, kanaat, şükür, zikir, sevap, helal, haram, vs. gibi kelimeler/kavramlar bile hayatımızın içinden kovuldu.
Hız/haz, konfor, rehavet, özenti, taklit hayatımıza yerleşir vaziyette! Hiçbir nimeti düşünmez/düşünemez hale geldik/getirildik. ‘Maddi işlerde/imkânlarda kendimizden aşağıdakilere bakmak’ ne güzel bir prensiptir. Şefkat, merhamet, rahmet, sevmek, sevilmek, geçinmek, ünsiyet, tek kelimeyle insanlık! Unutmayalım/unutturmayalım.
Değerlerimizi kaybetmeyelim. Değeri fiyatla değişmeyelim/değiştirmeyelim. Hayatın bir iyilik yolculuğu, bir ‘iyilik sınavı’ olduğunu da. “İyilik edin, şüphesiz, Allah iyilik edenleri sever” âyetini de…
Karşılık beklemeden vermek, insaflı hareket, fedakârlık, hep yaşamamız gereken özellikler. Hiç kaybetmeyelim.
‘Tabiat sevgisi, insan sevgisi’ diyoruz. İman şuuru olmadan tabiat ve insan ne kadar sevilir? Şükür duygusu, sorumluluk ideali ve heyecanı olmadan; yaşama sevinci duyulur mu, nimetlere sahiplik olgunluğu kazanılır mı?
Kültürümüzün (daha doğrusu kültürsüzlüğümüzün) utanç kamburu gibi taşıyoruz şu medeniyeti. Bu tavrın vahşetten farkı ne? Mücehhez vahşet, ilkel vahşetten daha tehlikeli değil mi? Vahşetin adı medeniyet/uygarlık olmadı mı?
‘egoizm, kariyer, diploma’ hastalık haline gelmedi mi? ‘İçinizdeki trafik canavarını durdurunuz’ sloganı kullanılıyor.
Canavar bir tane mi? Canavarlığımız trafiğe mi münhasır? Kavramları nasıl kullanıyorsak aletleri öyle kullanıyoruz. Gerçek bu! Hukuk, eğitim, siyaset, ticaret, güvenlik, sağlık, bürokrasi, neşriyat ve her türlü saha ile ilgili konulardaki durum ne ise, trafikteki odur.
Medeniyetimizin trafiğini kökten düzeltmedikçe; araç trafiği de, diğer terslikler de düzelmez.
Şuursuzluk, düşüncesizlik, kaygısızlık, şükürsüzlük, vefasızlık, tedbirsizlik, şahsiyetsizlik, çıkarcılık, kültürsüzlük, duygusuzluk ve her türlü menfilik kaynağı halindeki nefsimiz (nefs-i emmaremiz), binbir başlı bir canavar değil mi?
İyimser olmak, en acı gerçeklere rağmen ümitvar olmak demektir. Gerçekleri örten iyimserlikler, gafletin en tahripâr biçimidir.
Peygamberimizin “Kim bir iyilik yaptığında seviniyor, bir kötülük yaptığında üzülüyorsa o mümindir” hadisini ve Allah’ım! Bize dünyada da iyilik ver, ahrette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru!” duasını dilimizden düşürmeyelim.
Yaşar Değirmenci.