* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Her Cephede İmtihandayız  (Okunma sayısı 91 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Her Cephede İmtihandayız
« : Mart 09, 2021, 06:04:04 ÖS »
Her Cephede İmtihandayız
   
İnsan nefsiyle mücadele ederek tekâmül eder. Fıtrat buna göredir. Peki, ne yapıyor insan? Hayvanların behîmi yaradılışında bile olmayan bir sürü şeyi yapıyor.

Kavga, gürültü, suçlama, hakaret, iftira, suizan, kötüleme, vs... Peki hatayı kabullenme var mı, ‘özür’ var mı, ‘özeleştiri’ var mı? Özeleştiri olmadan bir insan, kendini aşabilir mi? Kendini aşamayan tekâmül edebilir mi? Tekâmül yolunu bulmayan, başkalarına yardımcı ve etkili olabilir mi? Birbirini tahribe çalışan insanların zulümden yakınmaya hakları olabilir mi?

Kendi kendimizin hem zâlimi, hem mazlumuyuz.

“Müslümanım!” demesine rağmen zulmediyor. Zulmün bütün çeşitleriyle… “Müslümanım!” diyen nasıl yapar? Özel hitaplara, yakınlıklara mazhar olmasına rağmen, nasıl yapar? Bu ne tür bir nasipsizlik? Bu ne çetin bir imtihan? İnsan için, “Melekten üstün, hayvandan aşağı” denilmiş. İki ucu açık. Dindar olmaya çalışırken gurura, bencilliğe, nefrete, zulme, sevgisizliğe sürükleniyor. Bazı insani çöküşler, hayvanda bile görülmez, bazı insani yükselişlere ise melekler bile erişemez.

Teselli bekleyen komşumuza çare olamayışımıza, cevabını unuttuğumuz telefonlara, maillere, aramadığımız dostlarımıza, ziyaret etmediğimiz hastalarımıza, akrabalarımıza, hayır dualarını alamadığımız yaşlılarımıza ağlayalım. Belki en kötüsü de, bu hissimizi yitirişimize ve ağlamayı unutuşumuza ağlayalım. Öyle insanlar vardır ki, parasızlıktan veya maddi yetersizliklerden dolayı değil, sadece sevgi kelimesine hasret olarak ilgisizlikten ölür giderler. Hele şimdi korona bahanesine (mazeretine) sığınıp kimseyi aramayıp sormayanlar.

İyilik, hayata anlam kazandırır. İyilik öyle bir dildir ki hem dilsizler konuşabilir onunla hem de sağırlar işitir onu. Sevmek ise boş sözle olmaz. Sevmek ilgilenmektir.

Zaman ayırmaktır. Paylaşmaktır. Bu yüzden ‘sevgi bedel ister.’ Bunlar bizim dünyamızdan silindi mi? Dünyanın her hal ve şartta bir “imtihan dünyası” olduğunu unutmadığımız müddetçe ‘sabırlı/şükürlü/kanaatli bir yaşayış’ içinde oluruz. Küçüğü ile büyüğü ile kazananı ile kaybedeni ile… Hastalığı-sağlığı, varlığı-yokluğu, sevinci-üzüntüsü ile fânilikler içinde ebedilik arayışımızla devam edecek. Kazanılan “Allah Rızası” salih amellerle noktalanan iman yürüyüşü, “hayır insanı” olma gayreti belki muhtemel sınavlardan başarıyla çıkmamızın vesilesi olacak. Sadece Şu Kasas 77. Âyetle yaşasak (amel etsek) dünya değişir.

“Allah’ın sana verdiği servet ve imkânlar içinde, Allah yolunda faaliyet göstererek, âhiret yurdunu, ebedî yurdu kazanmaya çalış. Ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın, sana lütuf ve ihsanda bulunduğu gibi, sen de iyiliği, iyi niyetleri, dinin, ahlâkın ve kamu vicdanının emirlerini, devamlı davranışlarına, ilişkilerine, görevlerine, hayatına yansıtan, samimiyetle ibadet eden, aktif olarak iyiliğe, iyi uygulamaya, iyileştirmeye örnek olan, işlerinde mükemmellik, dürüstlük ve başarı için dikkat harcayan bir Müslüman olarak hayırlı icraatlar, kalıcı hizmetler yap. Yeryüzünde, ülkede bozgunculuğu, fesadı arzu etme. Allah bozguncuları sevmez.” Bu bozgunculuğun silahları: ‘nefs-şeytan’ ve ‘ifrat-tefrit.’ Böyle bir kavganın kime ne faydası var? Hesaba kitaba inanan insanlar olarak bu mütecaviz hal neyin nesi! Bir başka cephede başka türlü mücadele. Adam ‘Allah’ diyerek öldürüyor. Nefsinden, şeytanından aldığı fetva ile zulmediyor. Dur durak bilmiyor. (İslâm’ı terörün yanında göstermeyi üslenen Batı’nın uşakları) Diğer taraftan kandan beslenen, yakan, yıkan çoluk/çocuk demeden öldüren, yüzlerce insanı şehit eden, utanmadan bunları yapanlara meşruiyet kazandırmaya çalışan ‘modern vampirler’in arasındayız. Kalem de kelam da her türlü hakaret de hafif kalır yaptıkları yanında. Bu insan suretinde hilkat garibeleri ile nasıl mücadele edebiliriz? Çok dramatik bir hal içindeyiz. Hassasiyetlerimizi reflekslerimizi kaybettik. Doğrunun, iyinin, güzelin, Hak ve hakikatin yanında durmayı, zalimin, bâtılın, yanlışın çirkinin karşısında yer alma özelliklerimiz kayboldu. Çünkü hassasiyet varsa; umut her durumda vardır, her mesele bir gün çözülebilir. Ama hassasiyet kaybolmuşsa, hangi meseleyi kim, nasıl çözecek? Bu canilerin, katillerin, zalimlerin mahkûm olan siyasi temsilcisine serbestlik isteyenleri nereye koyalım. İnsanlıklarını inatlarına kurban etmişlerle hangi derdi paylaşabiliriz ki? Zulüm, hayat tarzı hâline gelmişse. Düzelme yolunda irade kullanılmıyorsa ne yapılabilir ki! Kendi din kardeşlerini bırakıp, bütün ‘şer ittifakı’ içinde olup onlardan medet uman, kendi ülkesini, ülkesinin insanını dış güçlere gammazlayan, basit menfaatleri uğruna Ümmetin menfaatini feda edebilen ‘Mü’min’lerin durumları ayrı bir hicran yarası. ‘Hadi oturup konuşalım’ denebilir. Ne konuşacağız? Konuşacağız da ne olacak? Hâlden anlamayan sözden anlar mı? “Din kardeşliği” hukuku nasıl uygulanır? Cemaat-cemiyet nedir? Gerek kurumlar arası, gerek bireyler arası münasebetlerde ölçü ve denge nasıl olmalıdır? Aile içi ilişkiler, akrabalık münasebetleri nasıl olmalı? Komşuluk ilişkileri, kardeşlik alakası, vs. usulü, üslubu nedir, bunlara hiç kafa yorduk mu? Gafletimizden düştüğümüz (kastî olmasa bile) affedilemeyecek hatalar,  ‘gönül kusurları’ iftira ve suizana sebebiyet verdiğimiz amellerimiz, iç dünyamızda açılan yaralara sebebiyet veren hareketlerimizi hangi merhem, hangi sevap telafi edebilir? (Samimi helalleşmenin dışında) Bu inatlaşma, bu öfke, bu saldırganlık, şuur altında biriken bu kinin bırakın dindarlığı, ‘insanlık’ta yeri olabilir mi?  Ölçü ve dengenin kaybolduğu, nefslerin putlaştığı bir yapıyla hangi meseleyi halledebiliriz? Normal insanların yapamayacağı hallere, örnek olması gereken insanların düşmesi ‘ruh kirliliği’nin ne kadar bulaşıcı bir hastalık olduğunu göstermiyor mu?

Hayat yolculuğumuzda sevinçlerle hüzünler, tebessümlerle gözyaşları hep iç içedir. Korku ile ümidi, ifrat ile tefridi, hayal ile gerçeği, varlık ile yokluğu bünyemizde taşırız hep. Bu bazen ‘sınav’a dönüşür.

Bazen âlim tarafımız, bazen ârif tarafımız, bazen de cahil tarafımız galebe çalar bu ‘imtihan dünyası’nda.

Kendi kendimize sorarız bir sürü soruyu cevabını veremediğimiz. Sınav korkusu taşıyan öğrenciler gibi de kaçarız çoğu zaman sorulardan da sınavlardan da. Hani ‘dünyada yolcu’ gibi olacaktık. Hani ‘Dünya ahiretin tarlası’ idi. Hani iki zayıfın (yetim ve kadın) hakkından Allah’a sığınacaktık. Hani hepimiz çobandık, maiyetimizdekilerden sorumlu idik. Hani dünyayı ahiretin emrine verecektik. Hani su geminin dışında kalacaktı, içine girerse ‘hayat gemimiz’ batardı. Hani ahde vefa gösterecektik. Hani insanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükredemezdi. Hani ölçülü ve dengeli olacaktık. Bir sürü hani… Sonrası yalnız bırakıldığı için küskünleşen kadınlar veya erkekler, çocuklar, akrabalar, konu komşular… Analı-babalı olduğu halde yetim ve öksüz misali bilgisayara, internete, televizyona teslim edilerek yalnızlaştırılan yavru kuşlar. ‘Muhasebe’ yapmanın lüzumu unutuldu. Nerede “ölmeden önce ölme!” Nerede “nefsini hesaba çekme!” Nerede, emanete dikkat ve hassasiyet! Nerede ibret alıp kendimize çeki düzen verme! Nerede seher vakti.

Nerede “önce namaz” hassasiyeti. Nerede “varlıkta ve darlıkta infak!” Nerede “sade hayat imandandır” düşüncesi. Nerede yetimin-öksüzün-dulun hakkı-hukuku. Sahi sen neredesin? İstediğin yerde mi, istenilen yerde mi? Değerimiz mi var, fiyatımız mı? Mukaddesimiz mi var, ‘put’larımız mı?

Hayatımız irademizle yaptığımız tercihlerden ibaret değil mi? İbret alınacak şey ne kadar çok, ibret alan ise ne kadar az. Hepimizin bir görevi de “hayra çağırma, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma” değil mi? İnsanî değerleri hatırlayıp, azalan insanlığımızı çoğaltmak, insan kalitemizi yükseltmekle mükellef tutulmadık mı? İnsan mayasındaki faziletleri ortaya çıkarma sorumluluğumuz yok mu? Bilgili olmanın yanında “erdemli insan” olmayı da tercih edemez miyiz?  Edersek ne olur? Zararı ve kârı bir de böyle düşünsek!

Hatasızlık, hep haklı çıkma duygusu, hep tartışma ve münakaşa, karşısındakini tedirgin etme hali, hastalıklı bir ruh hali değil mi?  “Kâbe’yi yıkmak”tan daha ağır olan “kalp kırma”nın bu kadar kolaylaştığı bir dünyada yaşıyoruz ne yazık ki!