İNSAFA DAVET
Meşrû gayeler bile her vasıtayı mubah kılamaz. Gayr-i meşrû gayeler için ise her vasıta haramdır. Böyle olduğu halde, gayr-i meşrû gayeler için zulme, teröre başvurmanın, bırakın mükellefliği, insanlıkla bile ilgisi yoktur. İnsanlık suçu denilen şey, kişiyi insanlıktan çıkaran tükenişin adıdır. Bölücü terör, işte budur.
Toprak ve egemenlik talebinden; o talebe sıcak bakmaktan, göz kırpmaktan, yakınlık duymaktan vazgeçilecektir. Hiç parantezi, tevili, kaçarı göçeri yoktur bunun; vazgeçilecektir. Bundan vazgeçilecektir ve ondan sonra her türlü insanî kültürel demokratik talep, kafa kafaya gönül gönüle verip, kardeşçe, milletçe gerçekleştirilecektir. Hayatın kalitesini yükseltmek için, ölçüleri evrensel değerlere eriştirmek için, beraberce çalışacağız, didineceğiz, çırpınacağız. Fakat o mor damar, o kara kıymık, o kör takoz; aramızdan, önümüzden çekilip atılacak.
Doğru, işte bu.
Güzel, işte bu.
Meşrû işte bu.
Çıkar yol, işte bu.
Açık, samimi, mert, dost, kardeş, temiz, güzel olacağız. Hoş gönüllü, hoş görülü olacağız. Saygıyla, sevgiyle, vakarla, inanç aydınlığıyla, ideallerimizin heyecanıyla dolacak içimiz. Birbirimizin bakışlarında sadece muhabbet dolu berrak ışıltılar göreceğiz. Hep beraber dualar edeceğiz, alnımızdan emeğin ve gayretin terleri süzülürken... Farklılıklarımızı, ortak noktalarımızın potasında renkli ve sanatlı hünerlere dönüştüreceğiz. Analarımız ve çocuklarımız güneşli bahar ufuklarına bakar gibi gülümseyecek, güven ve huzuru içinde. Buna kim niçin nasıl ve ne hakla hayır diyebilir. Şeytanın atından inmemek kime hangi şerefi getirir? Karanlık mağaralarda, kör kuyularda, nefsaniyetin zulmet dehlizlerinde, kin ve nefretin koyu bataklığında; umutsuz, ufuksuz, mukaddessiz yaşamak, yaşamak değildir. Ölümden bin beter bir tükenişe kimse müstahak değildir.
Işığa doğru, güneşe doğru, aydınlığa doğru yürüyeceğiz kardeşçe, yiğitçe, cesaretle-güvenle, akılla ve inançla.
Benim davetiyemde bunlar yazılı. Hasretimde bunlar kazılı. Gözyaşlarım bunlar için. Benden daha mı akıllısın, daha mı yüreklisin? Şimdi hiç değilsin ama, yarın öyle olabilirsin ve ne güzel yarışırız hayrın güzellerin güzeli topraklarında yollarında, bağlarında bahçelerinde, meydanlarında, ümranında sanatında kültüründe...Yarışarak yardımlaşırız, ‘yardımlaşmada’ yarışırız. Eninde sonunda bu olacak. Ama gecikmeyelim. Gecikmek, ertelemek, bize hiç yakışmayan bir korkaklıktır. Doğruya, güzele, iyiye, aydınlığa, meşrûya, özgürlüğe kahramanca yürüyelim. Bize öyle yakışır ki yürüyüşün böylesi!
Tarihi yanlış anlatıyorlar sana. Tarihi yanlış anlatmak yaygın bir âdet ise de, sana anlatılanlar daha fazla yanlış. Senin ilgilendiğin bazı olaylar, tek taraflı baskılarla ve sarıp sarmalamalarla sana eleştirisiz ve değerlendirmesiz doldurulmuş. O olaylar sana belletilen gibi değil. O olaylarda sana hiç anlatılmayan, senden özellikle ve acımasızca gizlenen meşrûiyetsizlikler, düşüncesizlikler, gafletler var. Bugün senin halindeki zaafların benzerleri var. Tarihe öyle bakılmaz... Tarih denilen sosyal bilim, objektif ve eleştirel bakışlara verir doğru bilgilerini... Tarihe öyle bakanın ruhu öyle kararır ki; ne bugünün gerçeklerini görebilir, ne yakın geleceği. On milyon kilometrekare yüzölçümlü vatanımız on-onbeş senede 780.500 kilometrekareyi zor kurtarmış. Misakı millî diye ezberletilen sınırlara hapsedilmişiz. Ümmet şuuruna, gönül dünyamıza bu sınır yeter mi?
“Demokratikleşme” adı altında her türlü bölücülüğe, terörün faaliyetlerine serbestlik talebinden bahsediliyor. Demokrasi öyle gerektirmiş! Bu ‘demokrasi’ denilen şeyin manevi-milli icapları yok mudur? ‘Kendine göre’ olsun yok mudur? Siz bu demokrasi kelimesini takvim yaprağından mı öğrendiniz? Çatlayan topraklar gibi bu dünya İslam’a susamış. Hasretten yanıp kavruluyor. Cumhurbaşkanına ağza alınmayacak hakaretlere ‘dur!’ demek, terörün uşaklığını yapan gazetecilere hesap sormak, ‘Tayyip düşmanlığı’ için ‘hedefe ulaşmakta her şey mübah’ diyenlere haddini bildirmek, demokrasiye aykırı, hesap vermekten kaçıp devlet ve millet düşmanlarıyla hareket edip ‘terör devletleri’nde itibar görenlere aidiyetlerini hatırlatmak bile demokrasiye aykırı! Önce bunlara kavramları öğretmek, normalleşmenin yolunu göstermek, insanlıktan nasipleri varsa insanî değerlerle buluşturmak gerekiyor. Bu vatanda yaşıyoruz. ‘Toprak’da değil, ‘Vatan’da. Topraklar inançla, tarihle, şüheda ile, rahmet ile himmet ile’“vatan’ olurlar. Sosyal zarureti bu vatanda halledeceğiz. Doğusunda, batısında, kenarında, köşesinde değil; birliğinde, bütünlüğünde. Etnik tahlil, toprağın kimyevi tahlilinden farksızdır. Tuhaflıktır, mantıksızlıktır. Şehidin kanını alyuvar, akyuvar tahlilini mi yapacaksınız? Gözyaşını ‘tuzlu su’ olarak mı değerlendireceksiniz? Bahsolunan hataların hiçbiri “millet”e mal olmamıştır. Bu millet, uhuvvet ve muhabbet kusuru işlememiştir. İşleseydi, tefrik’e ve tecrid’e giderdi; kaynaşmazdı. Halbuki, tarihiyle, irfanıyla sanatıyla edebiyatıyla, beşeri ve iktisadi coğrafya şartlarıyla kaynaşmıştır. Bugün Türkiye’de bölücülüğü isteyen mihraklar; ya dalaletten, ya hıyanetten yahut gafletten buna alet olmak istemektedirler. Ancak bu mümkün değildir. Çünkü, ‘coğrafi ve biyolojik kaynaşma’ içinde yaşamıştır insanlarımız. Tecrid’in tefrik’in esâmesi bile yoktur. Her kökenden insan her bölgede vardır, her kökenden insanlar arasında evlilikler vardır. Millet oluşumuz, hepsine şamildir. Bölücülük, tamamen sun’i olarak başımıza Batı’nın musallat ettiği bir derttir. ... Önce normalleş. Normalleşmek, bir var oluş gerçekliğine kavuşmanın vazgeçilmez şartıdır, adımıdır.
Normalleşmek, önce insan olmakla, önce ‘insan olma’ üst kimliğiyle, bir müddet yetinmek demektir. Diğer alt ve yan kimliklerini bir yana bırak ve ‘insan olma’ kimliğini doğru dürüst bir giyinip kuşan.
Sonra o fıtrî-aslî kimliğinle kendi aynana bir bak. Yaptıklarının, söylediklerinin, yaşadıklarının aynasına bir bak; kendin için, kendi var oluşun için bak. O üst kimliğini sımsıkı koruyarak öteki kimlik ilgilerine ve ilişkilerine ‘normal insan’ bakışlarıyla bak; bir daha, bir daha bak. En sonunda da, yaşlı gözlerime ve uzanan ellerime bak...
Dâvetimi anlayacaksın.