Tabiilik İçinde Yaşamak
Herkes bağlı oldukları teşkilat, cemaat, tarikat ve derneklerini İslam’la özdeş haline getiriyor.
Bu yanlışlığı düzeltmemiz gerek. Zira gruplar, teşkilatlar ve cemaatler İslam okyanusundan istifade ediyorlar ama okyanustan alıp götürdüğü bir bardak suyu, bidonu ya da depoyu okyanus zannederek hareket ediyorlar. Biz İslam Okyanusuna akan nehir ve dereler gibiyiz. Bu okyanusta birer damlayız.
Müminsek davamızı iddiada bırakmayacağız. Bugün maalesef örf, gelenek ve adetler dinin yerini aldı.
Duygusal bir dindarlıktan ilmi bir dindarlığa geçmeliyiz fakat ilim sahibi dindarlar da hissiyatı elden bırakmamalı. Şu an ifrat ve tefrit salıncağında ümmeti sallandıran iki grup görüyoruz. Birisi tamamen züccaciye dükkanına giren fil gibi ortalığı kırıp döküyor diğeri de Allah’a giden yollardan sadece bir vesile olanı, Fatiha suresinde geçen istikamet yolu olarak görüyor. Amaç başkadır araç başka. Gaye başka, vesile başka. Karıştırmamalıyız.
Biz ezilip çiğnenebiliriz ama Peygamber ve onun sünnetini ezdirmemeliyiz. Hiçbir şey için Ayet ve Hadis gölgede bırakılmaz. Meseleleri çözmeye çalışırken yeni meseleler oluşturduk. Bir tarafı yaparken bir tarafı yıktık. Çok fazla çok büyük bedeller ödedik. Toplumsal planda insanlığımızın azaldığını bile fark edemedik. İmkanlar genişleyince ‘Dünyevileşme’ hastalığına bulaştık. Kullanmamız gereken imkanlar bizi kullandı. Maddeye, teknolojiye esaret başladı.
Maddenin en iyi biçimde değerlendirilmesi, ruhi-manevi açıdan savunulabilir. Keza, ruhun ve manevi değerlerin üstünlüğü maddenin ve maddi hayatın değerlendirilmesi gerekçesiyle ve aklıyla anlatılabilir.
Bu kuşatıcı denge zenginliği hiçbir düşünce ekolünde yoktur; sadece İslam’ın özünde ve kimyasında vardır.
Bu dünyadan vazgeçmek gerekmiyor, gerekli olan dünya/ahiret dengesini kurmaktır. Değişirken ‘biz kalarak değişmek, değişerek biz kalmak’ meselesi!
Toplumun problemleri hakkında incelemelerimiz, izahlarımız, düşüncelerimiz, yorumlarımız yok; takıntılarımız var. Çeşitli, kavgalı, asabi tepkilerimiz ve takıntılarımız. Sanki aklımızla değil de, şuuraltımız ile düşünüyoruz. İnsanı unutan medeniyet anlayışı, insana kendini de unutturuyor, dolayısıyla düşünemez hale getiriyor. Gelişen, gelişme yolunda olan insanlık değerleri, bazı sebeplerle kayba uğramaya başlar/başlayabilir. İnsanın yaradılışı (var oluşu), hayatının gayesi, özellikleri, şuuru, iradesi, aklı, maddi-manevi ihtiyaçları, hakları, sorumluluğu.
Hepsi bu ‘denge zenginliği’ içinde. Normal insan, iyi anlatılan bir tebliğ izahı karşısında hakikati kabullenir. Kabullenmiyor ise, ya normal insanlıkların kaybı ya da tebliğ izahının iyi yapılamaması söz konusudur. Normal insan olmanın asgari şartı var ise kabullenme gerçekleşir ve sonrasında o insanlık gelişir.
Gönül planındaki sancılanmayı hissedemez haldeyiz.
Toplumsal psikolojik yapıyla hiç ilgilenmiyoruz. Aynı manayı belki daha da etkili bir biçimde ve incitici olmadan vermek mümkünken; acaba niçin öyle yapmayız da, incitici-kırıcı-yaralayıcı olan sivri bir üslubu tercih ederiz? İnsan doğmak yetmez. İnsan olmak ve insan kalmak ise; eğitimle ve kendi değerlerini yaşayarak, dinine aidiyeti hayat tarzında göstererek, her hal ve şartta yaşanan dinin mümessili olduğunu canlı tutarak gerçekleşir. İnsanlığımızı tartışılır hale getiren bir noktadaysak; birtakım mensubiyetlerin ve aidiyetlerin, sıfatların ve unvanların hiçbir anlamı kalmaz. ‘Bu da insanlık mı?’ dedirten haller eleştirilmez, sadece vasfı söylenip geçilir.
Ahlâk, kişilik, aile, vicdan, bireysel iç denge, sorumluluk bilinci, başkalarına yardım, sevgi, merhamet, saygı, anlayış; iç huzuru, mutluluk, vs. Ne olacak bütün bunlar?
İnsanı insan yapan bu özellikler olmadan şehir, toplum, medeniyet olur mu? Amaç insanın (toplumun) mutluluğu değil mi? Medeniyet insan için değil mi? Genel doğrular vardır. Mesela ahlâkî alanda şunları sayabiliriz: Dürüst olun, hiç yalan söylemeyin, insanlara zarar vermeyin ve yardımcı olun, hak ettiğiniz kadarını isteyin ve başkalarının haklarına saygı gösterin. Ahlaklı olmak da öyledir.
İnsanlar ahlaklı olursa, maddi hayatları da toplumsal tezahürüyle daha güzel daha verimli olur. Bunları genellikle her din, her ahlâk felsefesi kabul eder, her insan bilir. Öyleyse niçin gerektiği gibi uygulanmıyor? Demek ki bazı doğruları bilmek onların uygulanmasına ve benimsenmesine yetmiyor. Meselâ özgürlüğün ahlâkla, sorumlulukla ilgisi yok mu? Özgürlük her şeyi yapabilme, söyleyebilme serbestliği midir, bundan mı ibarettir?
Hiçbir kural tanımadan yaşamak, aklen hayatı kolaylaştırır mı? Önce öyle gelir, sonra bu hayat cehenneme döner.
Genel ve ortak doğruların özetini bilmeyen yok. Her vesileyle her yerde hem de tekraren öğretiliyor.
Fakat hayatın gerçek akışında o doğruların uygulandığını ve yaşandığını göremiyorsunuz.
Demek ki ihmal edilen ve eksik bırakılan bir şeyler söz konusu. İnsanın önünde müşahhas (somut) bir inanış ve düşünüş zarureti var: Ölüm! Hiç okuma, düşünme! Bunu ister istemez düşüneceksin. Hayvan, ölümü içgüdüleriyle karşılar: Ürker, kaçmak ister; tehlike geçince, o içgüdüsel tepkiyi takiben, yine eski dengesiyle eskisi gibi devam eder.
Ruhuyla, aklıyla, iradesiyle, şuuruyla farklı olan insanın böyle bir şansı yok. O, düşünmek zorunda! ‘Nereye gidiyorum, niçin geldim, hayatın mânâsı nedir’ sorularını sormak durumunda. Düzgün ve doğru cevabı; insanı yaratan/dünyaya imtihan için gönderen Rabbinden alıp uygularsa rahat eder, huzur bulur. Fıtrat ve hayat bunu sizin önünüze koyar.
Annenizi, babanızı, kardeşinizi, yavrunuzu seviyorsunuz; hayatı seviyorsunuz; ama ölüm de var! Hadi düşünme bakalım! Düşünerek mi değişiyorsun, sürüklenerek mi? Yozlaşmak da değişmektir. Düşünerek yaşıyorsan, sahiden yaşıyorsundur. İşte o zaman sevmeyi de, sevgiyi de bilirsin. Sevgisiz yaşayışın kemali yok. Korkuyla, menfaatle, nefsanî kâr-zarar hesaplarıyla bir yere varılmaz. Topaç gibi dönersin olduğun yerde; birtakım hayaller gördükten sonra da hem pilin biter, hem umutların. Başlangıç noktasında kalmak, başlayamamaktır. Yaşamak, ‘hayatta ve başlangıç noktasında’ kalmak değildir.
Yaşamadan yaşlanan o kadar çok insan var ki! Bugün de düşünerek yaşanacak önemli günlerden biridir.
Öyleyse düşüneceğiz. İnsanlığımızın azalması üzerinde de düşüneceğiz. Zor da olsa, ağır da gelse, kavramlar bizi yorsa da, düşüneceğiz. Ahlaksız ve manasız ‘Cinnet uygarlığı’nın krizden krize sürüklediği insanlığı bu krizden kim kurtaracak?
Teknolojinin, paranın, şanın, şöhretin, şehvetin insanlığın dengesini bozduğu asrımızda yerinden koparılan değerleri yerine kim koyacak? Toprağın yerini ziftin ve betonun aldığı bir çevreye rengini kim verecek? Ailelerin dağılmaya yüz tuttuğu, içkinin, kumarın, fuhşun alabildiğine yayıldığı bir devirde “Durun kalabalıklar!” diye kim haykıracak? Hele şu yılbaşında yapılanları görünce bu haykırmaya olan ihtiyacı herkes gördü.
Düşüncelerin korkunç biçimde çatıştığı dünyamızda şu amaç unutulmamalı:
Peygamberimizin manevi mirası diyebileceğimiz, ‘Kur’an-ı Kerim ve Sünnete sıkı sıkıya sarılmak’ önemli bir dinî görevdir ve sorumluluktur.
Müslümanca olmayan her türlü davranışlardan uzak durmak/kaçınmak gereklidir. İslam, hayatın içinde yaşanmalıdır. Düşünerek, duyarak, bütünlük şuuruyla yaşamaktır. İçiyle dışıyla, kalbiyle aklıyla, maddeyle manayla; su içer gibi, nefes alır gibi, yürür gibi, suyun akışı gibi bir tabiilik ile yaşamak. İşte bütün mesele!
Yaşar Değirmenci.