İSLAM'IN VE HAYATIN BÜTÜNLÜĞÜNÜ KAYBETMEYELİM
Umudun dili olmanın, kaybolan insanı bulmanın, geleceği inşa etmek için, şahsiyet, cemaat, kadro ve kurum süreçlerinde canla başla çalışmanın, gayreti diniye göstermenin tam zamanı. Allah’ın gösterdiği yerde durmanın, orada olmayı dünyalara bedel bilmenin, orada olmanın getirisini dünyalara değişmemenin tam zamanı. İşte, böylesine onurlu, güvenli ve sorumlu bir duruşu benimseyenlerden olmak. Mesele bu!
Gayretli, sabırlı ve kararlı olmaya mecburuz.
Kendimizden, ailemizden, sosyal ve iş hayatımızdan, millete-ümmete-insanlığa varıncaya kadar; şimdi çalışmanın tam zamanı.
Aileyi düşünebilmek için, kendimizi unutmamız mı gerekir? Milleti düşünebilmek için, aileyi terk etmek mi gerekir? Ümmeti düşünebilmek için milleti inkâr etmek mi gerekir?
Ahireti kazanabilmek için dünyayı bırakmak mı gerekir? İnsanın, nefsine karşı, ailesine karşı, komşularına karşı, akrabalarına ve yakınlarına karşı; Müslümanlara bütün insanlığa, bütün hayata karşı; hepsinin üstünde Yaradan’ına karşı İslami sorumlulukları var.
Hayat, esbabını toplasın gelsin! İslami yaşayış, bir zerresini bile dışarıda bırakmaz. Hepsini alır, manevileştirerek yaradılış hikmetindeki öze bağlar.Ah İslam’ı bütünlüğüyle yaşayabilsek ah!
Fabrika çıkmış, sanayileşmeye gelinmiş, şehirleşme ve teknik ilerlemiş, bilgisayar ve internet ağıyla her taraf donanmış, yepyeni düşünce konuları doğmuş, tesir vasıtaları değişmiş.
Bütün bunlar, imtihanı keskinleştirir ve İslam’a duyulan ihtiyacı artırır.
Fakat fıtrattan uzaklaşmanın bedelleriyle karşılaşınca biz o ihtiyacı daha çok hissederiz.
Bugünün insanı dünün insanından o sebeple daha yoğun daha şaşkın daha telaşlı daha buhranlı bir haldedir. Hissettiği ihtiyacının şuuruna varmadıkça da bu halinden kurtulamayacaktır.
Çarelerin kaynağını ve o kaynağın usul icaplarını bilirsek, fikri engellerin hepsini geride bırakırız ve şu üzerimize üzerimize gelen hayatın korkulacak hiçbir tarafı kalmaz. Toz-duman bulutları dağılır, manevileşme iksiri yayıldıkça maddi zaruretler, yumuşayıp uysallaşmaya başlar.
Geliniz, İslam’ın ve Hayat’ın bütünlüğündeki ayrılmazlığı yeniden düşünelim. Bunu yapamazsak; manevileştiremediğimiz madde bizi maddileştirir, ihmal boşluğunu dolduran ‘batıyı taklit’ ve ‘hayatı red’ gelgitleri arasında parçalanmışlığın acılarını yaşarız, soluksuz ve ufuksuz kalırız.
Mücadele imkanlarınız mücadele sebebinizi tahrib etmemelidir. Tahripkâr tezatlara göz yumarsanız; kazandıklarınız, kaybettiklerinizin zerresini karşılamaz.
Ama bu çeşit tezatlara, bedeli ne olursa olsun, teslimiyet gösteremezsiniz; başınıza ne gelirse hayırdır, hayra vesiledir. Tevhide sarılırsınız, tevekkülle-umutla yürürsünüz. Bazen acılar içinde kaldığınız da olur. Yalnızlaşabilirsiniz de. Başarısızlığa uğramış gibi görünmeniz de mümkündür. Fakat biliniz ki bunlar geçicidir; kalıcı olanlar ve onların yansıyan ön verimleri açısından, yaptığınız tercih doğrudur- faydalıdır-güzeldir.
Dayanırsanız, kavuşursunuz, çözülürseniz, kaybolursunuz.
Kendi ellerinizin kullandığı imkanlarla kendi ruhunuzun-kökünüzün tahrib edilmesi tezadını reddediniz. Her hal ve şartta yaşanan bir dinimiz olduğunu unutmayalım. Dinimizin ölçülerinin her durumda herkes için uygulayabilineceğini de. Bir de ‘tarafsızlık’ konuşulur oldu. Asla unutulmamalıdır ki; hayır ile şer arasında, doğru ile yanlış arasında, ihanet ile sadakat arasında, nur ile zulmet arasında, gaflet ile basiret arasında, istikamet ile dalalet arasında, hak ile batıl arasında, izzet ile zillet arasında, maruf ile münker arasında tarafsız olunamaz. Ya o’nu, ya diğerini seçeceksin. Birine karşı olan tavrın, diğeriyle olan münasebetini de ortaya koyacak. Hükmü irademizle kullanmadığımız bir tercih şıkkı yok. Farzı terk etmek haram, haramı yapmamak farzdır.
Vacibi terk etmek, tahrimen mekruh, tahrimen mekruhu yapmamak vacibtir. Müstehabı yapmamak tenzihen mekruh, tenzihen mekruhu yapmamak müstehaptır. Mükellefiyet sahasında hükmi boşluk yok! Bir şeyi yapmamak bir başka şeyi yapmış olmaktır.
Doğruyu yapmamak yanlıştır, yanlışı yapmamak doğrudur. Tarafsızlığı mesuliyetten kaçışın vasıtası olarak kullanmak, mesuliyet hükmünün en ağırına müstehak olmaktır. Biz mesuliyetimizin icaplarını düşünüyoruz, ötesini değil, ötesi irademizin dışında.
Kısmen içi boş bir dindarlık da olsa insanımız dindarlığa yönelince bundan rahatsız olan kitle utanmadan kendi yanına çağırıyorlar. Neye? İnsanlar sizin neyinize gelsin? Siz insanınıza hüsrandan başka, aldanıştan başka, esaretten başka, kölelikten başka, onursuzluktan başka, cehaletten başka, bükük bir boyun, berbat bir dünya, yıkılmış bir maneviyattan başka ne verdiniz? Milletin dinine imanına tahammül edemeyenlerin hırçınlığına inat, sıradan insanlar daha fazla dindarlaşıyor.
Allah’a savaş açan ebeveynlerin çocukları, Allah’a koşuyor. Buna ister “ilâhî intikam”, ister “rahmet-i Rahmân” deyin, bu böyle. Vatan, millet ve kendi değerlerinin düşmanları, bu dindarlaşmayı “tehlike” olarak algılıyorlar. Bu dindarlaşma sürecek. Bir, bu dindarlaşmayı tehlike olarak görenlerin bu ülkeyi yüz yılın en kötü yönetilen ülkesi yaptıklarını millet ayan açık gördüğü için sürecek. İki, onların bu ülkeye verecek hiçbir şeyleri olmadığı için sürecek.
Üç, bu zümrelerin, bu milletin cebinden safa sürüp keyif çattığı halde, her seferinde karnını doyurduğu çanağı kirlettiğini, hatta tekmeleyip kırdığını gördüğü için sürecek. Dört, mahut azgın azınlığın hiçbir sahici değerden nasibi olmadığı tecrübeyle sabit olduğu için sürecek. Beş, bu ülkenin başına örülen çoraplardan dindarların sorumlu olmadığı, sorumluların hep özüne yabancılaşmış, dinden imandan kopmuş zümreler arasından çıktığı için sürecek. Hepsinden öte, bu dindarlaşma, Kur’an gibi bir rehber, Peygamberimiz gibi sünneti çağa taşınan bir model olduğu için sürecek. Hiçbir Müslüman me’yus ve münkesir olmamalıdır. Muzdarip olabilir, mahzun olabilir, mükedder olabilir. Ama me’yus ve münkesir olmak yok. Şükrünü edaya güç yetiremeyeceğimiz nimetlere sahibiz; onları düşünmeliyiz, onların kadrini, kıymetini bilmeliyiz.
Bu dünyanın gerçek manası, imanlı yaşamaktır.
Ötesi, ona göre derece-derece mana payı alır.
Gayelerin gayesi imandır, imanın kemalidir, iman selametidir, iman şuurudur. Allah’ın muhlis kulları olmaktır. Bundan sonra ne varsa ona göre var, ondan mana ve nasib alabildiği kadar var. Tehlikelerle dolu bir dünyada nasiplere erdirilmişiz.
İmtihanlar ve tuzaklar dünkünden çok daha fazla, çok daha ağır. Maddeten veya manen, zahiren veya ruhen, doğrudan veya dolaylı olarak, maneviyat kahramanlarının tesirleriyle buluşturulmuşuz. Şükürden aciziz, ama bu halin şuurunda olmaya, mazhar kılındığımız nimetlere liyakat yolunda gayret göstermeye mecburuz.
Bunca himaye ve lütuf sonrasında gafletten büyük bela olmaz. Bunu hiç unutmayalım. Şimdi, her mümin, mazeretlere sığınmadan Kur’an’ın “hayata dönüşmüş biçimi” olan Allah Rasulüyle ilgili tasavvurunu yoklayıp sorsun. Biz Peygamberimizin izini sürüyor muyuz? Sorunun cevabı şu âyette!
“De ki; Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun, benim sünnetime uyun, uygulayın ki, Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok affedicidir, rahmet membaıdır.” (3/31) Âyet şöyle yorumlanabilir: Allah’ı sevmenin bir bedeli vardır.
Bu bedel, “tabi olmak”tır. Sorunun can alıcı noktası, “kime” tabi olunacağıdır.
Âyet, Allah’ı sevmenin bedeli olarak “Peygamberimize tabi olmayı” göstermiştir.
Yaşar Değirmenci.