İSLAM'SIZ HAYAT OLMAZ
Allah Teâlâ, İslam’ı bize bir nimet olarak verdiğini ifade ettiği yerde; “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin hakkınızda hoşnutluğumu İslam’a bağladım.” (5 Mâide Sûresi, 3. âyet) der; bize verdiği nimetini yani dinini tamamladığını, onun bütün emir ve yasaklarını bildirdiğini beyan eder. Öyleyse, İslam, ancak bütün emir ve yasaklarıyla, cüzlerinin tamamıyla ele alındığı zaman Allah’ın bizim için seçtiği din ve tamama erdirdiği nimet olur. O bir bütün olarak yaşanmayınca kendisinden beklenen fonksiyonu hakkıyla yerine getiremez, bir din olarak misyonunu tam eda edemez. Çünkü dinin bir bütün olarak yaşanması tıpkı bir insan vücudunun organlarının tamamının, bir organizmanın her azasının eksiksiz çalışması gibidir. Nasıl ki, bir eli çok sağlam ve güçlü olsa bile diğeri sakat olana ya da hiç olmayana özürlü veya bugün daha çok kullanılan ifadesiyle “engelli” deniyor. Nasıl ki, bir gözü çok iyi görse de diğeri hiç görmeyen yahut kulakları iyi duysa da ayakları sakat olan bir insan, kendinde bir eksiklik hissediyor. Aynen öyle de, iman hakikatleri dinin birer uzvudur; kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin her biri ayrı bir organdır; ahlâk-ı hasene ve sosyal münasebetler adına vaz’ edilen esaslar dinin ayrı ayrı yanları ve onun birer parçasıdır. Bunlar, birbirini tamamlayan cüzler, bir hakikati tamamlayıcı unsurlardır. İşte, bunların her biri Cenab-ı Hak tarafından nasıl tesbit edilmişse o şekilde yaşanmalıdır ki, din de kendinden bekleneni yerine getirsin. Ancak bu unsurların hepsi bir araya geldiği zaman, Müslümanlık tamam olarak ortaya konulmuş olur.
Ferdî, ailevî, sosyal hayat adına dinden bazı şeyler bekliyorsak, onu bir bütün olarak ele almak zorundayız. Eğer, dini sadece vicdanlara hapsedersek, namaz, oruç gibi ibadetleri yok sayarsak, dinin kolunu, kanadını kırmış ve onu fonksiyonunu eda edemez hâle getirmiş oluruz. Ve dolayısıyla, din adına kusurlu ve eksik bir görüntü ortaya çıkar. Bu kusurlar, eksikler İslam’dan bilinir ve günümüzde bazılarının dediği gibi, “İslam niçin ekonomik durumumuzla alakalı şu problemlerimizi halletmiyor; neden bir kısım sosyal dertlerimize de derman olmuyor” denir. Oysa, siz onun kolunu kanadını kırmışsınız, kendisini ifade etmesine ve fonksiyonlarını ortaya koymasına fırsat vermiyorsunuz. Onun uygulanmasına imkân vermeniz lazım ki, ondan sonra “Neden şu fonksiyonunu eda etmedi?” diyebilesiniz. İşte bu manada tamamiyet hem Allah’ın teveccühüne vesile olması hem de dinin kendisini ifade etmesi açısından çok önemlidir. Peygamber Efendimizin sadece ahlakî tarafı yaşansa ne olur hiç düşündük mü?
Hakka ve hakikate hizmetten ve bağlılıktan esirgenen gayret, şerrin tasallutuna uğramaktan kurtulamaz. Bu noktada bizim bahse konu zatların sembolize ettiği şaşırmaları doğuran yanlışlarımız ve ihmallerimiz var: Asıl bunun üzerinde durmalıyız. Hakikî âlimlerle, konuşup, görüşülecek meseleleri ilmî seviyede sonuçlandırarak, spekülasyon meraklılarına malzeme vermeden, kafa karışıklığına sebep olmadan çâre bulup, çözüm üretmeliyiz.
Medyatik akademisyenler, ekrana çıkmayı çok severler. Bu zatlara şunu sormak lazım. Her programınızın sonunda muhasebe yapıyor musunuz? Faydalı mı oldum, zararlı mı? İnsanımın imanını takviye mi ettim, kafa mı karıştırdım? İnananlara gösterdiğim hiddet ve celadeti ehl-i küfre karşı gösteriyor muyum? Yahut onlara gösterdiğim müsamahayı, hoşgörüyü kendi din kardeşlerime gösteriyor muyum? Katıldığım programlarda “kendi değerlerim”e katkı da mı bulunuyorum, yoksa problem mi üretiyorum? Çâre mi oluyorum, sıkıntı mı? Bu tarz programlarımdan kim daha çok hoşlanıyor? Muhafazakâr kesim mi, diğerleri mi? Bütün bu ve benzerî suallere cevaplarınızı vicdanınıza, “kalp ve gönül fetvanıza” havale ediyorum.
Şeyh Sadi’nin Bostan/Gülistan’daki şu misalini hatırlayalım.
Misafir olduğu bir derviş topluluğu içinden birisinin bir başkasını çekiştirdiğine, din kardeşlerinin aleyhinde konuştuğuna, kendi doğrusunun dışında doğru kabul etmediğine şahit oluyor. Bu ‘ahlâki zemime’de çok ileri giden dervişe sorar:
-Sen hiç kâfirlerle cihad ettin mi?
Adam cevap verir:
-Hayır. Ben şimdiye kadar halveti hanemden dışarı bir adım dahi atmadım. Tesbihat ve zikirle meşgulüm.
Sadi:
-Yahu! Kâfirler senin kılıcından emin oluyor da, Müslümanlar, senin dilinden kurtulamıyorlar.
Hepimizin bir ‘nefs muhasebesi’ yapmamız icap eder.
Uzayı feth ettik, fakat kalpleri feth edemedik. Atomu parçaladık, fakat peşin hükümleri parçalamadık. Daha çok mal mülk var, fakat daha az huzurluyuz. Aya gitmeyi başardık, fakat komşumuza, hastamıza, dert ve sıkıntıları olanlara gidemiyoruz. Hava kirliliğini temizleyecek aletler bulduk/geliştirdik fakat ruh kirliliğini temizleyemiyoruz. Yeni yeni ilaçlar keşfediyoruz ancak sağlıklı insan sayımız her geçen gün daha da azalıyor.
Okumalar yapsak Peygamber Efendimizin hayatından. Her hal ve şartta dinimizi nasıl yaşamış, nasıl öğretmiş, nasıl tebliğ, telkin ve irşadda bulunmuş aile reisi olarak, tâcir olarak, komutan olarak, devlet reisi olarak, arkadaş yoldaş, komşu olarak, kul ve insan olarak. Peygamberimizin yaşayışı kimlere, nelere cevap teşkil etmiyor ki?! Hem de en müessir, en hakiki, en üstün cevap! Ahzab sûresi 21. Âyette de “Allah Rasulü sizler için Allah’a ve ahret gününe inanan ve Allah’ı devamlı zikreden herkes için güzel bir örnek teşkil eder.” İçimizin meselesini halletmeden önümüzdeki meseleleri halledemeyiz.
Şu hadisle noktalayalım. “Allah’ın dinini dert edinenlerin özel dertlerini Allah üstlenir. Allah’ın dinini dert edinmeyenleri de Allah kendi dertleriyle baş başa bırakır.
Yaşar Değirmenci.