İslâm’ı Hâkim Kılmanın Yolu onu Bizzat Yaşamaktır
İslam, se-li-me fiil kökünden türemiş bir isimdir. Bu fiilin mastarını oluşturan ‘silm’ selâmette olmak, esenliğe ermek, gizli veya açık felaketlerden uzak olmak, güvende olmak, barış gibi anlamlara gelmektedir. İslam ile aynı kökten türeyen ‘selem’, barış yapmak, anlaşmak; ‘selime’ ise boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına geldiği gibi selâmet, kurtuluş anlamına da gelir. ‘Eslem’ ise hayır ve iyilik demektir. Yine aynı kökten türeyen diğer terimler de yaklaşık aynı anlam dairelerinde yer alırlar ve hepsi esenlik, huzur, saadet, barış, güven anlamları ile yakın ilişki içerisindedirler. Bu anlamlar ise İslam’ın ne olduğunu, neyi istediğini ve neyi hedeflediğini ifade etmesi açısından mühimdir.
‘İslâm’, en kısa mânâsıyla, mutlak iradeye teslim olarak elde edilen esenlik, barış, huzur, saadet, güvenlik, iyilik… demektir. ‘Müslüman’, ise yine en kısa anlamıyla, mutlak iradeye teslim olarak esenliği, barışı, huzuru, saadeti, güvenliği, iyiliği elde eden/elde etmeye aday olan kimse demektir. Mutlak iradeye teslim olarak elde edilen esenlik, barış, huzur, saadet, güvenlik, iyilik anlamındaki İslam, bu özelliğini Rab-kul arası ilişkide kazanmaktadır. İlişkinin bir tarafında, kendisine kayıtsız şartsız teslim olunan ve bu teslimiyetin gereği olarak kullarına en yetkin anlamıyla esenlik, barış, huzur, saadet, güvenlik ve iyilik bahşeden Rabb; diğer tarafında ise, yegâne Rabbına kayıtsız şartsız teslim olan ve bu teslimiyetinin gereği olarak esenliğe, barışa, huzura, saadete, güvenliğe, iyiliğe kavuşan kul vardır.
Şurası çok mühimdir ki, söz konusu ilişkide kendisine itaat edilen Rabb sadece ve sadece Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir şey ne Rabb sıfatına sahiptir, ne de bu sıfatta bir ortaklığı bulunmaktadır. Teslimiyeti sebebiyle esenliğe, barışa, huzura, saadete, güvenliğe, iyiliğe kavuşan ‘kul’a gelince, bu çoğu zaman zannedildiği gibi sadece insanlardan bazılarını değil, insanı ve insandan öte diğer varlıkları ifade eden bir kavramdır. ‘Kul’, en genel anlamıyla bütün yaratılmışlardır; Allah’tan gayrı her şeydir. Özel olarak da, tüm insanlık tarihi boyunca gelmiş olan peygamberi tasdik eden ve bunlardan kendisine zaman ve mekan olarak en yakındakine itaat edip, bu itaatinin gereklerine titiz bir şekilde teslim olan kişidir. Daha da özel anlamı ise son peygamberin elçiliğini tasdik eden ve bu tasdiğin gereklerine teslim olan kişidir. Yani insanlardan bazılarıdır ki onlar ilahi elçiye teslim olup, O’nun bildirdiği ve açıklayıp, gösterdiği gibi yegâne mutlak irade olan Allah’a teslim olanlardır.
Rasulullah, risalet öncesinde toplumda yaygın insan tipinden farklı birisi olmasına ve bu sebeple herhangi bir tepkiyle karşılaşmamasına rağmen, daha Risaletin ilk günlerinde şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. Çünkü artık eskiden olduğu gibi yanlışa müdahale etmeyen birisi değil, ebedi hakikate uygun hayat tarzına sahip olmak suretiyle yanlışa müdahale eden birisi olmuştu.
Mevcut yapıyı sadece eleştirmemiş, inancın ve daha da önemlisi hayat tarzının doğrusunu ortaya koymaya başlamıştı. Bu değişime ise kendisinden başladı. Elbiseyi temiz tutmak deyiminin bir ilahi emir olarak kendisine bildirilmesiyle, önceden beri sürdüregeldiği her türlü ahlaksızlıktan, edepsizlikten uzak durmayı hayatın bir ilkesi olarak kabul etti. Buna bağlı olarak her türlü pislikten uzak durdu. Kur’an, elçisinin şahsında doğrudan hayata müdahale etti. Hiçbir zaman sadece üst bir söyleme sahip olmadı. Kur’an hayata müdahale edince, başta müşrik liderler olmak üzere eski Mekke sisteminden bir şekilde çıkar sağlayan herkes rahatsız oldu. Mevcut hayat tarzına alternatifin sunulmuş olması büyük bir değişimi kaçınılmaz kılıyordu ve bu değişim müşrik liderlerinin işine gelmiyordu. Bu sebeple Rasulullaha karşı “Biliyoruz sen yalan söylemezsin; insanları aldatmazsın. Ama seni reddediyoruz. Ama esasında seni değil, senin getirdiğin şeyi reddediyoruz” diyorlardı. Hz. Peygamber ve çevresindeki Mü’minler doğru ve güzel bir hayat modelini ortaya koydukları zaman Mekke sisteminin büyüsü bozuldu; batıl parçalanıp yok olmaya başladı. Bu örneği bugünün Müslümanlarına, bugünün dünyasına taşıyacak olursak, bizim sadece fikrî veya felsefi boyutta İslam’ı anlatmamız çok fazla bir şey ifade etmez; çünkü bu dünyada her türlü inanç, her türlü düşünce bir şekilde var ve olmaya da devam edecek. Kur’an’ı hâkim (egemen) kılabilmek, Kur’an’ın temsil ettiği hakikati egemen kılmakla mümkündür. Bunu yapabilmek için Kur’an’ın konuşan dili, işleyen eli, yaşayan bedeni olmak gerekiyor; aynen Hz. Peygamber ve arkadaşları örneğinde olduğu gibi. İşte o zaman güçlü oluruz; işte o zaman özne oluruz; işte o zaman hakkı ayakta tutan şahitler oluruz. Bu durumda da zorlukları kolaylıkla aşarız; çünkü hak olan, hakikat olan bize bugün tahayyül bile etmediğimiz yeni ve büyük imkânlar sunacaktır. Kur’an-ı Kerim’den ikaz dualarıyla bitireyim. (Âl-i İmran, Yusuf, Kehf, Nisâ sûrelerinde ilgili âyetlerle dua edebilirsiniz.)
“…Hâinlerin, haksızların savunucusu olma. Hakkı gözet, hainlerden taraf olma.”
“Kendilerine, birbirlerine hıyânet edenler, haksızlık edenler adına savunma yapma.”
“Ey Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ve merhamet ihsan eyle. Bizim şu içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmamız için, bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır.”
“İslâm’ı yaşayan Müslüman olarak benim ruhumu alıp ölümümü gerçekleştir. Beni dindar, ahlâklı, hayır-hasenât sahibi Mü’minler, sâlihler, peygamberler zümresine kat.
Yaşar Değirmenci.