İslâm’sız Hayat Olmaz
Çok değişik, farklı bir devirde yaşıyoruz.
Yaşadığımızı ve bize yaşatılanları fark etmediğimiz müddetçe kendimize çekidüzen veremeyiz. Meşhur sözün (‘inandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanırsınız’) ifade ettiği hale düşeriz. İmtihan dünyasındayız. Sınavların çeşitliliğinin farkında değiliz. Cumhuriyetten beri yaşananlar, kendimizi inkâr eden, değerlerini terk eden/ettirilen, kendi dünyasını kuramadığı, köklerinden koparıldığı için de kendi dünyasında yaşamayan insanımızı nasıl kendine döndürebiliriz. Dinamikliğimiz olan ruh köklerimizi dinamitleyenlerin de kahraman ilan edilip putlaştırılması da ayrı bir süreç. Kendi toprağımızda kendimizle yabancılaşmamız, devletimizin İslâmi bir ruha kavuşma hasreti de canlı tutulması gereken önemli bir derdimiz. Zihnimiz de ‘çağdaş hurafeler çöplüğü’ne dönüşmüş durumda. Kendi kavramlarımızla düşünmeyen, konuşmayan insanımız; İslâm’ın idrakiyle asrı, zamanımızı, bu zamanda yaşadıklarımızı, ‘sınav günleri’nin getirdiklerini, götürdüklerini anlayabilir mi?
Hassasiyetleri kaybettirilmiş bir toplumdan duyarlılık beklenebilir mi?
Allah Teâlâ, İslam’ı bize bir nimet olarak verdiğini ifade ettiği yerde; “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin hakkınızda hoşnutluğumu İslam’a bağladım.” (5 Mâide Sûresi, 3) der. Bize verdiği nimetini yani dinini tamamladığını, onun bütün emir ve yasaklarını bildirdiğini beyan eder. Öyleyse, İslâm, ancak bütün emir ve yasaklarıyla, cüzlerinin tamamıyla ele alındığı zaman Allah’ın bizim için seçtiği din ve tamama erdirdiği nimet olur.
O bir bütün olarak yaşanmayınca kendisinden beklenen fonksiyonu hakkıyla yerine getiremez, bir din olarak misyonunu tam eda edemez. Çünkü dinin bir bütün olarak yaşanması tıpkı bir insan vücudunun organlarının tamamının, bir organizmanın her azasının eksiksiz çalışması gibidir. Nasıl ki, bir eli çok sağlam ve güçlü olsa bile diğeri sakat olana ya da hiç olmayana özürlü veya bugün daha çok kullanılan ifadesiyle ‘engelli’ deniyor.
Nasıl ki, bir gözü çok iyi görse de diğeri hiç görmeyen ya da kulakları iyi duysa da ayakları sakat olan bir insan, kendinde bir eksiklik hissediyor. Aynen öyle de, iman hakikatleri dinin birer uzvudur; kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin her biri ayrı bir organdır. Ahlâk-ı hasene ve sosyal münasebetler adına dinin sabiteleri, esasları dinin ayrı ayrı yanları ve onun birer parçasıdır. Bunlar, birbirini tamamlayan cüzler, bir hakikati tamamlayıcı unsurlardır. İşte, bunların her biri Cenab-ı Hak tarafından nasıl tesbit edilmişse o şekilde yaşanmalıdır ki, din de kendinden bekleneni yerine getirsin. Ancak bu unsurların hepsi bir araya geldiği zaman, Müslümanlık tamam olarak ortaya konulmuş olur.
Evet, ferdî, ailevî, sosyal hayat adına dinden bazı şeyler bekliyorsak, onu bir bütün olarak ele almak zorundayız. Eğer, dini sadece vicdanlara hapsedersek, namaz, oruç gibi ibadetleri yok sayarsak, dinin kolunu, kanadını kırmış ve onu fonksiyonunu eda edemez hâle getirmiş oluruz. Dolayısıyla, din adına kusurlu ve eksik bir görüntü ortaya çıkar. Bu kusurlar, eksikler İslam’dan bilinir ve günümüzde bazılarının dediği gibi, ‘İslam niçin ekonomik durumumuzla alakalı şu problemlerimizi halletmiyor; neden bir kısım sosyal dertlerimize de derman olmuyor.’ denir. Oysa siz onun kolunu kanadını kırmışsınız, kendisini ifade etmesine ve fonksiyonlarını ortaya koymasına fırsat vermiyorsunuz. Onun uygulanmasına imkân vermeniz lazım ki, ondan sonra ‘Neden şu fonksiyonunu eda etmedi?’ diyebilesiniz. İşte bu manada tamamiyet hem Allah’ın teveccühüne vesile olması hem de dinin kendisini ifade etmesi açısından çok önemlidir. Hayata sokulmayan, sosyal hayatta görülmesine tahammül edilmeyen bir dinin tecellisini nasıl göreceksiniz? Peygamber Efendimizin sadece ahlâkî tarafı yaşansa ne olur hiç düşündük mü? İşte ‘ne olur’un cevabı!
“İnsanların birbirine sevgiyle-saygıyla davrandığı, kendileri için istediklerini, başkaları için de isteme; kendileri için istemediklerini başkaları için de istememe anlayışının hâkim olduğu bir ülke. İnsanlarının gönül aydınlığı ile aydınlanan, ruh ve düşünce zenginliğiyle çiçeklenen bir ülke. Mutluluğu da acıyı da paylaşabilenlerin, insanı insan yapan değerleri hiç unutmayanların ülkesi.
Komşulukların, dostlukların, arkadaşlıkların, akrabalıkların, vefakârlıkların hayatımıza yansıdığı bir ülke. Ağlamayı da gülmeyi de, çileyi de, başarıyı da terslikleri de bilen, taşıyan ve gerektiği gibi karşılayan “ölçü ve denge” toplumunun ülkesi.
Aydınlarıyla halkının kucaklaştığı, dünü, bugünü yarını; zaman ve mekân üstü bir tefekkür yüceliği ile yorumlayabilme ufkuna sahip insanların bulunduğu bir ülke. Dayanışmayı, yardımlaşmayı, bütünleşmeyi, havanın teneffüs edilmesi gibi son derece tabii bir tavır halinde yaşayanların ülkesi. Nefsiyle, inadıyla, öfkesiyle değil; aklıyla, idealiyle, yüreği ile düşünenlerin ülkesi. Aileyi göz bebeği gibi koruyan, muhtaç olduğu değerleri korumanın aileyi korumakla gerçekleşeceğini bilenlerin ülkesi. Yaşlıların, hastaların, muhtaçların; ilâhi emanetler gibi görüldüğü, onlara yakınlık göstermenin en derin ulvîliklere eriştirici bir imtihan nimeti olarak görüldüğü bir ülke.” Böyle bir ülkeyi, böyle bir ülkede yaşamayı istemez misiniz? Hayata anlam ve değer katacak, dünyayı yaşanabilir bir yere dönüştürecek, adaletin, merhametin, şefkatin ve kardeşliğin hâkim olabileceği hakikat medeniyetinin ihyasıyla yeni bir ülke inşa etme; hayat tarzımızı İslâm’a göre düzenleyelim. Zor olsa da…
Dünyanın sancısı, İslam’a, Kur’an’a yaklaşma ihtiyacının sancısıdır. Beşeri kültürün her dalında meydana gelen tıkanmanın-kararmanın-soğumanın, teknolojik oyuncaklarla idrakleri uyuşturmaya çalışmanın sebebi aynıdır. Unutmayalım, İslâm’sız hayat olmaz. Hayat İslam’dır çünkü…
Yaşar Değirmenci.