İtidal ve İstikamet üzere yaşayalım
Sünnet ve hadis, mü’minin aklını, şahsiyetini, hayatını inşa eder. Gerek siyer kitaplarımızı, gerekse hadis-i şerifleri dikkatli okuyup amel edersek ifrat ve tefride düşmeden itidalli ve istikametli bir yol izleyebiliriz. Son zamanlarda mü’minler olarak, ölçü ve dengenin kaybolduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bütün yapılan amellerin Allah ve Rasulüne arz edilip o ölçüye vurularak değerlendirilmesi gerekirken, çeşitli düşünce ve mülahazalarla (tasavvuf, tarikat, cemaat, vs.) herkes kendi koyduğu ölçüye uyar oldu. Bu hercümercden ancak ‘ehli sünnet vel cemaat’ ölçüsüyle kurtulabiliriz.
Hz. Ömer’in sözünü hatırlayalım: “Ey Hacerulesved, ben senin insanlara ne faydası ne zararı olan bir taş olduğunu biliyorum. Bu sebeple Resulüllah seni öpmüş olmasaydı ben de öpmezdim. Ama O’nun sünnetine uyarak ben de öpüyorum”.
Peygamberimizin en acılı gününde gerçekleşen tam güneş tutulması olayını ele alalım. O gün Peygamberimizin çok sevdiği ve gözyaşlarıyla uğurladığı biricik oğlu İbrahim on sekiz aylıkken vefat etmişti. Bazıları bu müstesna günde gündüzü gece kılacak tam güneş tutulmasını “Güneş bile Rasulullah’ın yasına iştirak ediyor” diye değerlendirmişti. Bu sözler kulağına geldiğinde, hemen insanların mescide çağrılması emrini veren Rasulullah şöyle diyecekti: “Ay ve güneş Allah’ın ayetlerinden bir ayettir; dolayısıyla Allah ne Muhammed’in oğlunun ölümü, ne de bir başka ölümlü insanın doğumu için ayetini değiştirmez.” Bir İslam büyüğünün cenazesine iştirak etmiştim. Hafif yağmur başlayınca yanımdaki ‘Gökyüzü bile bu mateme dayanamadı, o da ağlıyor’ deyiverdi. Ben de yukarıdaki olayı hatırlattım. Tabii memnun olmayıp yanımdan ayrılmıştı.
Günümüzdeki ‘olağanüstü’ye, ‘gizeme’, ‘sırra’, ‘esrara’ olan aşırı ilgiyi nereye koyacağız? Hocalarında, idarecilerinde ‘hatasızlık’ anlayış ve inanışı, bu kimseleri ‘hatalarında bile hikmet arama’ sapıklığına götürmez mi? Bu her zaman vardı ve bundan böyle de var olacaktır. Bu zararlı ilginin önü ancak sahih bilgiye dayalı sahih imanla alınabilir. Yoksa rüyada Rasulüllahı görüp ondan talimat alan, yaptığı icraatlardan sorumlu olmayan, (çünkü Divanı Salihîn toplantısında alınan kararı uygulamıştır) kalpleri okuyan, Peygamberimizin teşrifini gördüğünü söyleyen yapının önüne geçilemez. Bi’ri Maune ve Reci Vak’asında, tuzağa düşürülüp katledilen sahabe-i ikramın (Allah bildirmediği için) katledilmelerine mani olamayıp, buna sebep olanlara beddua eden bir Peygamber görüyoruz.
Olağanüstüye, sırra (gizeme) olan aşırı ilgiyi, derhal müdahele edip önleyen bir Peygamber anlayış ve idrakinin gittikçe kaybolduğunu müşahede ediyoruz. Şeriatın kabul etmediği her uygulama merduttur. Allah ve Rasulü’nün koyduğu ölçülerden sapma, din eğitimi alanında yaşanan sefalet ve cehaletin sonucundan başka bir şey değildir. Bilgi ve akıl kirliliğinden çok daha fazla din adına olan duygu kirliliği gittikçe yayılıyor. Bunu önlemeye çalışmayan, hatta çanak tutan alimlerin vebali, mesuliyet ve mükellefiyetleri, sebep oldukları faciaya dönüşen Müslümanların halinden daha iyi anlaşılıyor. Bunun hesabını öbür âlemde veremeyeceklerdir.
Allah’ın ipine sarılma, Kur’an ve sünnet etrafında kenetlenmiş olmakla gerçekleştirebiliriz. Her türlü ihtilafta, Allah ve Rasulünü hakem tayin etmek, nefsimize ağır gelse de ona razı olmak, mucibince amel etmek bizi kendimize, aslımıza döndürecek, âdet haline getirdiğimiz ibadetlerimize yeniden bir ruh kazandırmış olacaktır. ‘İman kardeşliği’ ilkesinden yola çıkılarak, söz, en geniş kardeşlik zemini olan ‘insan kardeşliğine’ getirilir. İşte o evrensel ilke burada yer alır: “Elbet Allah katında en üstün olanınız, en çok takva sahibi (en sorumlu) davrananınızdır” (49, 13) Takva tek üstünlük ölçüsüdür. Takvadan başka hiçbir üstünlük ölçüsü yoktur. Takva dışında her hangi bir üstünlük ölçüsü koymak, asabiyettir.
Peygamber Efendimiz: “Kim asabiyete çağırırsa o bizden değildir.” Takvanın üstünlük ölçüsü olması, takvalı insanın kendini başkalarından üstün sayması manasını taşımaz. Zaten takva kendine başkalarının üstünde paye vermemektir. Tevazu takvanın bir boyutudur. Mahviyet takvanın bir boyutudur. Kibir ve gurur takvanın ölümüdür. Takva, kişilerin kendi akıl ve iradeleriyle yaptıkları şuurlu tercihi ifade eder. (Buna Allah korkusu da dahildir.) Ne kadar sorumlu davranırsak o kadar üstün oluruz. Mutlak manada mensubiyet ve aidiyet bir kıymet ifade etmez. Onların hakkının verilmesi icap eder. Ameliyle, ahlakıyla, hal ve hareketiyle, takvasıyla… Birinin İslam cemaatine aidiyeti, onun gerçek bir mümin olduğu manasına gelmez. Müminin müminlik ölçüsü, cemaat aidiyeti ve sosyal konumu değil, kalbinin Allah’a karşı duruşudur. Önemli olan, sizin kendi imanınız hakkında ne dediğiniz değil, Allah’ın sizin imanınız hakkında ne dediğidir. Takva, Allah korkusunu esas alarak yaşamanın adıdır. Haramlara düşmeden yaşamak, cehenneme girme endişesini mütemadiyen göz önünde bulundurmak, nimetlere karşı şımarmamak takvadır. İbadetlerde ciddi olmak takvadır. Kul hakkına riayet etmek takvadır.Siyasi çalkantılardan, akidevî ayrılıklara kadar her alanda bir numaralı kılavuz takvadır. Allah’tan korkmak kurtuluştur. Kaostan ve endişeden uzak kalmaktır. Dünyevileşip erime sürecine karşı teminat takvadadır. Şeytanın hilelerine karşı da sığınak takvadadır. Takva bütün zaman ve mekânlar için geçerli bir öğüttür. Takva, Kâbe’nin gölgesinde de ölçüdür, dağ başında da ölçüdür. Üstünlüğün takvadan başka mihengi olamaz.
Allah Rasulü’nün yaşadığı “model hayat” hiçbir sahteliğe izin vermeyecek kadar gerçek ve açık olarak ortadadır. Rasulüllah Efendimiz’in hayatı hep ifrat ve tefritten uzak, ‘itidal hayatı’dır. Bir tek tavrını, sözünü, işaretini gösteremezsiniz ki itidal güzelliği taşımasın. Peki nasıl oluyor da Müslümanlar itidal’i, ölçü ve dengeyi bırakıp, ‘aşırılıkları/abartıları’ önemsiyorlar. Peygamberimiz: “Din’de ifrat (aşırılık) helake sebeptir” buyuruyor. Çünkü itidalden uzaklaşmak, dinin özünden/esasından sapmadır. Niyeti ne olursa olsun her ifrat, yoldan uzaklaştırır. ‘Efdaliyet (üstünlük) hastalığı’na tutulanlar, mutlaka âyetlerin ışığında siyer kitaplarını, hadis-i şerifleri üzerinde düşünerek okumalı ve ‘laf ebeliği’ lüzumsuz savunmaya geçme, üzerine alınma yerine kendisini bir ‘nefs muhasebesi’ne tâbi tutmalıdır.
Yaşar Değirmenci.