* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: KAFAYA GÖRE DİN DEĞİL DİNE GÖRE KAFA  (Okunma sayısı 404 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
KAFAYA GÖRE DİN DEĞİL DİNE GÖRE KAFA
« : Eylül 02, 2018, 01:21:41 ÖS »
KAFAYA GÖRE DİN DEĞİL DİNE GÖRE KAFA!

Bir insan var, din hakkında birçok şey öğrenmiş. Hangi dinî konuyu açsanız hem de iddialı biçimde söyleyecek sözleri var. Fıkıh, kelam, tasavvuf, siyer, her konuda. Birtakım kitapları da okumuş. Ve hep bu bilgilerle uğraşıyor. Dini hayat tarzı olmaktan çıkarıp felsefe haline getiriyor. Düşünceye pek yer verdiği yok. Aslen öğrenmenin usul ve disiplinlerinden de çok uzaklarda. Peşin hüküm ve yargılama hâkim. Malzeme var, malzemeleri karıştırıyor, fakat bir türlü yemek yapamıyor. Dolayısıyla faydalı olamadığı gibi çoğu zaman da zararlı oluyor istese de istemese de.

Bir başka insan tipine geçelim. Nispeten az ama sağlam bilgilerin sahibi. Fakat edindiği bilgileri hayatının ışığı gibi değerlendiriyor. Tevekkülü yerinde, tedbir gayreti ve dengesi yerinde. Gösterişi sevmez. Dedikodu yapmaz. Sevgiyle bakar. Yardımseverdir. İnceliklidir, mütevazıdır. Hayatın acıları karşısında sabır göstermeyi sevinçlerin karşısında şımarmamayı bilir. Yani, az biliyor ama bildiğini bir bütünlük şuuru içinde yaşıyor. Ve düşünmeyi de biliyor. Hayatın içinde yaşanan bir dinin mensubu. Vakfa göre, cemaata göre, düşünceye göre din değil, dinimizin getirdiği ölçülere göre din. Allah ve Resulünün ölçülerine göre… Ne kadar ihtiyacımız var bu şahsiyetlere. Yerleri kartvizitlerle, pâyelerle, makam-mevkilerle doldurulmuyor. Bazen onların öyle hasretini çekiyorum ki; bir ananın dizine başını koyar gibi öyle bir diz arıyorum. Zor geçitlerde vecize gibi sözler söyler, metanet ve istikamet gösterirler, hayatımıza ve birikimimize çok şey katarlardı. ‘Maya insan’lardı onlar. ‘Üstünde dinî motif var mı?’ konusu önemli değil; ‘ruhunda zihninde şuurunda kişiliğinde dinin istikamet denge ve tefekkür ışığı var mı?’ konusudur önemli olan. Bu var ise, o insan düşünerek yaşar, sorumluluk şuuruyla yaşar, hayata geniş ve derin bakar; duruşu, hâli, tavrı, sevgiyle vakarı birleştiren bir güzellik taşır. Bizim ana düşünce meselemiz de, insanın böyle bir insan olmasını amaçlayan bir mantık yapısını gerekli kılar. Manevi ışığın yayılması düşünceyle olur, düşüncenin onu içselleştirmesi yoluyla olur. Düşünce eğitimi veremiyorsak, bu eğitimle kişilik ve sorumluluk şuuru veremiyorsak; bilgi aktarımıyla hiçbir şeyi başaramayız. Âyet ve hadise dayanan fikir ve düşünce yapısına o kadar ihtiyacımız var ki…

Dinin içine bakıp dünyayı içine sokmaya çalışmak değil; dinin, rehberliğinde ve onunla güçlenen aklın, yüreğin ışığında; hayatı düşünmek, evrenseli düşünmek, insanı toplumu düşünmek… Her hal ve şartta yaşanan dinimi yaşanmaz hale getirenlere, ‘iyi örnek’ olamayanlara, huzur, sükun, sürur içinde olması ve bu mesajı vermesi gerekenlere duygu-düşünce-hassasiyet-şuur hali nasıl verilebilir? ‘Bu kadar oluyor’a mı sığınmak gerekiyor?

Dünyayı dinin, temsili zahiri varlığının içine mi sokalım; yoksa dini hayatın dışında mı tutalım? İkisi de yanlış. Dinin sadece bazı kuralları ve onlarla ilgili bilgileri değil, aynı zamanda bir ışığı var ve insanın ruhu aklı, bütünlüğü o ışığa muhtaç. Bu, sonuçta insanın manevi varlığını ve bütünlüğünü unutup unutmamak meselesidir. İnanarak, düşünerek, hissederek yaşamak... Gaye bu. Bu bir bütünlüktür, kaynaşmadır. Devşirilerek, bir şeyleri yan yana koyarak bu gayeye varılmaz. İslam, ‘bildiğiniz gibi yaşayın, şunları da o arada yapın’ demiyor. ‘Bu hayatı böyle yaşayın’ diyor. Sayılan açık hususlar dışında, temel ölçülere dayanarak tefekkür etmeyi de bunun için emrediyor.

Güya ‘dinî hassasiyeti olan, dindar gözükenler bizi daha çok üzüyor’ diye dertlenmiyor muyuz? Tarih bunların çeşitli örnekleriyle dolu değil mi? Biz neredeyiz, cami nerede?

Bugün, her alanda bir diriliş ve öze dönüş çabası içinde olan Müslümanlar, modern dünyanın ifsad edici saldırıları karşısında, camileri yeniden bir sığınak, bir merkez haline getirmelidirler. Minberi ve mihrabı yeniden ihya etmelidirler. Camileri tekrar hayatın merkezine yerleştirmelidirler. Her namazda defalarca okuduğumuz Fatiha, bize cemaat olmayı emreder: “Ya Rabbî, yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz” derken, ben olmaktan çıkar, biz haline geliriz. İşte Fatiha’daki “biz”in içini doldurabilmemiz için biz hepimiz camide omuz omuza vermeliyiz. Cami, “ben”in gittiği, “biz”in geldiği yerdir; bencilliğin bittiği, kardeşliğin dirildiği yerdir. Camide cemaat olmak, Fatiha’nın anlamını yaşamaktır. Modern dünyanın ırk, renk, dil, sınıf ayrımcılığı ile parçaladığı bilincimizi onarmaktır...” Cami, kurtuluşun habercisi, Rab’le buluşmanın merkezidir. İslam medeniyeti cami medeniyetidir. İslam şehrinin merkezinde cami, caminin merkezinde de namaz vardır. Camiler, müslümanları toplayıp bir araya getiren, onların hayatını kuşatan mekânlardır. Her gurup, her fırka kendisini İslam yerine koyamaz. Grup içinde ‘Kardeşim’ demesi “Müminler kardeştir”in önüne geçemez. Âyet ve hadis ‘büyüğümüz’ün sözlerinin gölgesinde kalamaz. Fırkalar/guruplar içindeki cemaat ümmetin yerini alamaz. Bardak içindeki su derya/okyanus değildir. İslam okyanusunun bir damlasıdır.

Âyet ve hadise dayanan fikir ve düşünce yapısına o kadar ihtiyacımız var ki…

Bir İslami hareket başarılı olmak istiyorsa şu dört aşamalı süreci katetmek zorundadır. 1-Şahsiyet, 2-Cemaat, 3-Kadro, 4-Kurum. Henüz daha şahsiyet ve cemaat aşamalarında bir yığın sorunla karşı karşıyadır Türkiye’deki İslami yapılanmalar. Bu hareketi oluşturan bireylerin arasında henüz kendi kafalarıyla düşünüp kendi kalpleriyle duyan şahsiyetler çok az; entelektüel birikim sahibi, iyi yetişmiş, eylem, bilgi, iman ve ahlakıyla çevresinde temayüz etmiş, ihtisas sahibi, sorumluluğunun bilincinde, oturmuş kişiliğiyle çevresine güven telkin eden Müslüman şahsiyetlere olan ihtiyaç her zamankinden çok fazla…

Mü’minler “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler” (Furkan, 25/72)

İnançlar konusunda her gün yeni bir akım, bir moda ortaya çıkıyor ve ardından insanları sürüklüyor. Kısacası, insanlar, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş yoğunluktaki telkin kampanyaları ile kuşatılmış bulunuyorlar. Ve bu kampanyalar, sabah gözünü açtığı dakikada insanın yakasına yapışıyor; evinde, işinde, yolunda, girip çıktığı her yerde, bir an olsun onu kendi fikriyle baş başa bırakmıyor. Şöyle sıradan bir günümüzde, sıradan bir saatimizi gözden geçirecek olsak, bu bir saat içinde kulağımızı, gözümüzü ve kalbimizi meşgul eden işler nasıl bir liste teşkil ederdi dersiniz? Böyle saatlerle dolu bir gün, böyle günlerle dolu aylar, yıllar ve bir ömür, ürün olarak ortaya ne çıkarır? Arkada ne bırakır? Önümüze nasıl bir hesap koyar? İşte, Kur’ân’ın âyeti, günümüzü hedefin tam ortasına yerleştirerek, bizi, imanımıza yaraşan bir hayata çağırıyor ve şunu öğütlüyor: Mü’min, bir bilgiye dayanmayan, kendisine bir yarar sağlamayan, kendisini sorumlu duruma düşürecek şeylere ne kulağını verir, ne gözünü çevirir, ne de kalbini açar. Onun hayatı böyle değersiz şeylerle hebâ edilecek, çöplüğe çevrilebilecek bir hayat değildir; o aziz bir hayattır ve büyük bir emanettir. (Devam edeceğim İnşaallah.)

Yaşar Değirmenci.