MÜSLÜMANIN MAL VE PARAYA BAKIŞI
Müslümanın paraya ve mala (kısacası “maddi değer”e) bakışı şu olmalıdır: İhtiyacı olduğu kadarını kendi için harcamak; kalanını usûlüne ve icaplarına göre, inançları istikametinde, sosyal meselelerin çözümünde kullanmak. Bu ayetlerle sabit olan, hadislerle de tafsil edilen bir temel prensiptir. Bir ayet değil, birçok ayet var; bütün infak ayetlerinin ruhu budur. Beyan buyurulmuştur ki, farklılıklar imtihan içindir ve bu imtihan tekamül imtihanıdır. Zuhruf Suresi’nin 32. ayetine, Şûra Suresi’nin 27. ayetine bakınız… En’am Suresi’nin 165. ayetinde “O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde sizi imtihana çekmek için kiminizi derecelerle kiminizin üzerine çıkarandır” buyruluyor. Hadid Suresi’nin 7. ayetinde (mealen) şöyle ihtar olunuyor: “Allah’a ve Peygamberine iman edin. Size (tasarruf için) vekalet verdiği maldan (O’nun uğrunda) harcayın.” Şu Ayet-i kerime, aklı olanı titretir. Mülk de O’nun milk de O’nun. Sizi arza halife kılmış. Rızasına uygun olarak tasarruflarda bulunasınız diye sizi istihlaf etmiş. Size “tasarruf vekaleti” vermiş. Tasarruf, dar manaya yani “biriktirme”!ye inhisar etmez. Tasarruf; kullanmak, yönlendirmek demektir. “Allah yolunda infak” da, ilahi gaye için maddi imkanın en iyi biçimde bütün icapları düşünülerek kullanılmasıdır. Elbette ki bilinen mali ibadetler de bunun içindedir. Temel içtimai-iktisadi prensibi tekrarlayalım; ihtiyacı olduğu kadarını kendi için, kalanını usulüne ve icaplarına göre, inançları istikametinde içtimai meselelerin çözümünde kullanmak. Bunu Cenab-ı Hakk’ın Malik-ül Mülk olduğunu, sizi arza halife kıldığını ve size tasarruf vekaleti verdiğini bilmenin şuuru içinde yapacaksınız.
“Zekat veriyorum” demekle iş bitmez. O sadece bir cüz’dür. Bütün hayatınız buna uygun olacak. Şirket de kuracaksın, büyük üretimler de yapacaksın; ama bu şuurdan ayrılmayacaksın. Batı’da zengin olmak, büyük kazançlar elde etmek, dev şirketler kurmak; nefsani bir meseledir.
Sosyal tarafı çok daha sonra “zor”la gelmiştir. Sistemin özü böyledir. Ama bir müslüman için daha fazla üretim yapan müesseseler kurmaya teşebbüs etmek, vekaleten tasarrufunda bulunan imkanları, Allah’ın rızasına ve emrine uygun biçimde kullanmak gayesine bağlı olmalıdır. Öyle olmaz ise, hep beraber sürünürüz! Zenginiyle fakiriyle hep beraber! Yeri gelmişken bir hatırlatmada bulunayım: Osmanlı Devleti “dış borç” almaya mecbur kaldığı zaman, devletin içinde akıl almaz servetlere sahip olanlar vardı! Devrin padişahı onlardan devlet senedi mukabilinde borç istemiş, (Şeyhülislam fetvasını da göstermesine rağmen) talebi reddedilmiştir. Bizde servet, iktisadi bir karakter iktisab edemedi. İddihar etti, uydurukçayla “gömülendi”, şişkinler halinde kaldı, iktisadileşemedi. Sonra hepsi uçtu gitti!
Gaye’den esirgenenin, âkıbeti elbette öyle olacaktı. Hükmü İlahî neydi?
Şuydu: “… Mallar, zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın.” (59/7) Öyle olursa ne olur? Servet, urlaşır. Yani: Kanser hücreleri gibi, diğer hücreleri yiyen zararlı şişkinlikler meydana gelir. Nimet, musibet hâline dönüşür! Bakıyorum, “Enflasyon oranı kadar bir faiz câiz görülebilir mi?”nin araştırmaları yapılıyor. Ürkekçe ama amaç seziliyor. Maksat, rahatlatmak! Yani; İnançlarımızla hayatımız arasında ters yönden bir uyum sağlamak! Acaba hayatımızı değiştirsek nasıl olur? “Değiştiremiyoruz” denilecek. Değiştirmek için acaba gerekli gayretin içinde miyiz? Maddeye bakışınız, yukarıda zikrettiğim temel prensibin ruhuna uygun mudur? Biz “şekil” olarak uygun şartlarda iken de, yani bazı tarih dönemlerinde de; o ruha uygun davranmanın acılarını çekmişizdir. Mesele “şekil”den ibaret değildir. “Lafız”dan ibaret değildir. O türlü cevazlar, ancak “gerçek zaruret” halinde olur. Zaruret, miktarınca ve mahiyetince takdir olunur.
Düşünmek lazım: Bugün Müslümanlar genel durumlarıyla “karz-ı hasen” müessesesini işletemeyecek ve iş yapmak için lüzumlu olan sermaye birikimini teşkil edemeyecek kadar çaresiz midirler? Şunu önemle belirtmek ve bir başka cevaz faslının yanlışına işarette bulunmak istiyorum: Tekevvününe katkıda bulunuyor olduğumuz ve kaldırılması imkanlarını kullanmadığımız bir hal, hiçbir zaruret izahına konu edilemez. Elimizde olan imkanları İslamî şuurla kullanmamamızdan doğan sıkıntılarını zaruret gerekçesi yapmak, sadece vebali artırır. Bir defa temel prensibin ruhundan uzaklaşmışız. O’na dönsek ve sarılsak, fikri gücümüz ve maddi imkanlarımız bütün zorlukları aşmaya yeter.
Temel prensibin şuuruna varmadan, gerisini getiremeyiz.
Ekonomiyi bir para hadisesi olarak görmek yanlıştır. Ekonomik tahakkümde para, drajenin üstündeki boyalı şeker gibidir. Yuttun mu ağzın tatlanır ama organların da sancılı çalışmaya başlar! Önce siyasi şuur bozulur, sonra bir alt kattaki sosyal hayat, sonra daha alttaki ahlaki değerler. Alın terinin, göz nurunun önemi azalırken, birdenbire gayrimeşru yollardan başarıya ulaşma özendirildi. Alın teri ve çalışma enayilik sayılmaya başladı. Bu bir yozlaşmadır; ekonomi politikalarının, faizin bunda büyük bir etkisi var. Bir taraftan tüketim güdüsü yükseltiliyor, öte yandan bazılarının imkânları daralıyor ve stres meydana geliyor. Toplumu ayakta tutan manevî ve kültürel değerler, orta sınıfla beraber etkisizleşiyor. Öğrenmek için okumak kalktı, yerini etiket ve diploma aldı. Çabuk tarafından köşeyi dönme ideal haline geldi.
Vasıtalarla gayeler arasındaki bağı, (ölçülere göre) İNSAN kurar-işletir-yaşatır. İnsanı atlarsanız, izahlar konusuz kalır. Sevgi de neticedir; hürmet de, huzur da, refah da, saadet de… Bunları istiyorsunuz, ama bu neticeleri doğuracak olan sebeplere karşısınız! Sevgisizlik de neticedir; huzursuzluk da, mutsuzluk da… Bunları istemiyorsunuz ama bu neticeleri doğurmakta olan sebeplere (temelde) taraftarsınız! Belki de hayatımızın gayesini unutmanın cezasını çekiyoruz. Gayeyi unutmanın cezası, vasıtaya mahkûm edilmektir.
Vasıta mesabesinde olması gereken ekonomiye mahkûmiyetin cezası da bu olsa gerek.