Ne Zaman ‘Nefs Muhasebesi’ Yapacağız?
Cemaatin, ümmet şuurunun yerleşmesi gerekir. Kendi fikrini, itikadını cemaat yerine, onun ölçülerini ‘dinin ölçüleri’ yerine koymak; hem çok veballi, hem de (dine hizmet ediyor gözükse de, şekli dindarlıkla öyle bilinse de) istismara yol açar.
Cemaatsiz, olmaz. Sırf ben demiyorum. İlim ve fikir adamları da kısaca cemaatin önemini şöyle dile getirirler:
Cemaatlerin ve tarikatların kendilerine âcilen çekidüzen vermeleri gerekiyor. Kâbe merkezli insan yetiştirme çabasını faaliyetlerinin merkezine almak zorundadır. Aynı zamanda toplumu korumak, onlara kol kanat germek, cemiyetin İslâmî hassasiyetlerini/duyarlılıklarını pekiştirmek için gayret göstermekle mükelleftir.
Tarih boyunca bütün müslüman toplumlar “İslâm cemaati”, diğer dinlere mensup topluluklarsa kimi zaman “cemaat”, kimi zaman “ümmet” olarak adlandırılmıştır. Bu anlamda cemaat kavramını en iyi tasavvufî cemaatlerin karşıladığını söyleyebiliriz. Cemaat, toplanmak demektir. Cemaat, bütünleşmek, bir omurga inşa etmek demektir. Müşterek bir şuur yeşertmek, müşterek bir dünya kurmak demektir. Cemaat, kişilik ve şahsiyet sahibi olmak, aidiyet bilincine, emanet bilincine ulaşmak demektir.
Emanet bilinci, kişinin yalnızca Allah’a iman etmesi, Allah’ın dışındaki bütün dünyevî, şehevî, kapitalistik, nefsanî putları elinin tersiyle itmesi ve kendinden, çevresinden başlayarak yeryüzünde dalga dalga emniyet, kardeşlik, adalet ve hakkaniyeti yayması, tesis etmesi demektir.
Cemaat, kişinin, “önce ben” değil, “önce hakikat” diyerek yola çıkmasıdır.
Cemaat, kişinin kendisini değil kardeşini, ötekini, bütün ötekileştirilenleri düşünmesi, kardeşine ve bütün ötekileştirilenlere kol kanat germesi demektir.
Cemaat, kişinin, ekmeğini kardeşiyle paylaşması demektir. Cemaat, ümmet demektir.
Ümmet, hem her bir müminin hem de bütün müminlerin aynı anda adıdır. Hem her mümin, Tek başına bir ümmettir, yani her şeyin anasıdır; hem de bütün müminler ümmettir, güvenilecek, sığınılacak, nefes alınacak yegâne limandır.
Topyekûn ümmet olarak görsek de, cemaatte de, hele de tarikatta da -bütün davranış setlerini belirleyen ilke edep olduğu için- kişi, “önce ben” demez, diyemez hiçbir zaman; “önce sen” der her zaman nefs terbiyesi ve tezkiyesi cehdinin gereği olarak.
Gerçekte, kişinin kişiliğini yok eden, kişiyi kendisine de, dünyaya da yabancılaştıran sırf kendini düşünmedir. (Egoizmdir) Kişiyi, sadece kendi çıkarını, kendi hazlarını düşünen, tüketim toplumunun, egoizminin kölesi hâline getiren içi boş bir ideolojidir. Düştükleri/düşürüldükleri vaziyet de bu!
Tasavvuf dini daha iyi yaşayabilme çabası ise, bu işin de gerçeğini ve sahtesini ancak Kitap ve sünnet bilgisiyle öğrenebilirsiniz. Başka bir ölçü koymaya kalkarsanız, herkesin doğruyu tarifi, sadece kendisine işaret eder. Kendi yaptıklarını tasavvufun özü diye anlatır. Tasavvufun gücüne sığınarak nefsinin arzularını meşrulaştırabilir. Sadece meşrulaştırma olsa, bir de başkalarını bu arzulara hizmet ettirir. Oysa Allah Teala, “siz hiç arzularını ilah edinenleri görmüyor musunuz?” der. (Casiye 23. Âyet)
Doğruyu yanlıştan ayırabilmenin ölçüsü yok mudur? Herkes kendi ölçüsünü kendi mi koymalı? İmamı Rabbani Hazretleri, “Her kap, içindekini sızdırır” buyurur.
Dış içi gösterir, gerçekte ve iç âlemde de. Alimler, şerîatı sonraki nesillere taşıyan kimselerdir. Din, onlarla ayakta durur. İnsanlar kıyamette, şerîattan sorguya çekilirler, yoksa tasavvuftan değil! Gerek cennete girmek, gerekse ateşten uzak kalmak şerîatı (onun emir ve yasaklarını) yerine getirmeye bağlıdır. Kâinatın en ulu kişileri olan peygamberler, halkı yalnız şeriata davet etmiş, kurtuluşu ona bağlamışlardır. Bu büyükleri göndermekten maksat şeriatı tebliğdir. Böyle olunca hayırlı işlerin en büyüğü, şeriata hizmet etmek, onun hükümlerine hayat vermektir. Özellikle İslâmî esasların tatbik sahasından çekildiği bir zamanda! Böyle zamanlarda, Allah yolunda binlerce lira sarf etmek, bir şer’î meselenin uygulanmasını teşvik etmeye eşit olmaz. Çünkü şeriata hizmet ve teşvikte, yaratıkların en büyükleri olan peygamberlere tâbi olmak (uyuş ve onların yolundan gidiş) vardır.
İslâmî hayata uyum sağlayacak ve ümmet içinde sosyalleşecek her bir Müslümanın öğrenmek ve eğitilmek için yardımcılara (öğretmene, eğiticiye, rehbere...) ihtiyacı vardır. Öğrenme ve eğitilme ihtiyacı büyük ölçüde aile içinde karşılanırsa da yalnızca ailenin yeterli olmadığı ve olmayacağı âşikârdır.’ (Gazali ve İmamı Rabbani Hazretlerinin ikazı bu!)
Sahih İslâm (ilim yoluyla öğrenilmiş ve yaşanılan Müslümanlık) ile sahih tasavvuf (İslâm’ın yaşanılması ve bazı özel yetiştirme usûlleri ile elde edilen bilgi ve fazilet) arasında fark olamaz. Fark ve tutarsızlık görüntüsü varsa kusur, ilme dayalı İslâm anlayışında ve yaşantısında değil, tasavvufa dayalı İslâm anlayışı ve yaşayışındadır.
Âlim olması, ilmiyle amel ediyor olması, bu faaliyetten menfaat elde etmemesi ve eğittiği kişilerin bu sayede daha iyi birer Müslüman olduklarının sabit bulunmasındandır.
Tasavvufa ‘hal sahibi, iddia sahibi, keramet sahibi’ olmak için girilmez. O niyetle girilse, netice de ona göre olur. Tasavvuf, mahviyet-ubudiyet-tevazu-sabır ve muhabbet yoludur. İslam’ı kendi nasibince en iyi yaşamak yoludur. Asliyet dışında kemâlât yoktur. Asli ölçüler şahsa göre değişmez. Tasavvuftaki ıstılahlar, şeri ıstılahları açıklamak içindir. Hiçbir tasavvuf ekolü ve kolu, İslam’la özdeş kılınamaz. Keza, hiçbir fıkhi ekol ve yorum da İslam’la özdeşleştirilemez. İslam’ın asliyeti, Kur’an-ı Kerim’dir, onun teyit ettiği sahih hadis-i şeriflerdir. Hataya ihtimali olmayan hiçbir tasavvufi ve içtihadi yorum mevcut değildir. Fıkhi disiplin, bu konuda, ahad haberin (sahih bile olsa) zan ifade ettiğini ve inançta delil olamayacağını söyleyecek kadar hassastır. Tasavvufi disiplin ise, mutasavvıfların sözlerine uymanın akli sorumluluğu olduğunu, o sözleri söyleyenin yanılması durumunda, manevi hali dolayısıyla söz sahibinin belki mazur görülebileceğini; ama o söze uyanın sorumlu tutulacağını ihtar eder.
Tasavvufun gayesi imanı pekiştirmektir. İhlasın pekişmesidir. Gaye harikulade şeyler görmek değildir.Alemin gördüğü bize de yeter. Sıhhatli düşüncenin yegane yolu nefsaniyetten arınıp akıl ve kalple düşünmektir. Tasavvuf; İslam’ı zevkle yaşamanın adıdır. Mükellefiyetleri yerine getirmek, işte o zaman insana ağır gelmez.
Zevkle, sevinçle, sürurla karşılanır. Yapmamız icap eden mesuliyet ve mükellefiyetler kurtulması gereken bir yük gibi değil, gönülleri kanatlandıran ve her türlü karartıcı nefsaniyet alakalarından sıyrılıp gerçek hürriyete eriştiren bir mazhariyet halini alır. ‘İfrat da tefrit gibi adaletten uzaktır. Hallerin orta derecede olması her işte güzeldir.
İstikamet en büyük mazhariyettir.’ “Vasat ümmet” olduğumuzu unutmayalım. İtidal ve istikamet üzere. İlim olmazsa istikamet olmaz. Saffet korunamaz. Akmayan suyun bulanması gibi sapmalar, kokuşmalar, kirlenmeler meydana gelir. Burada lüzumlu olan, yansıtıcı aynaların mevcudiyetidir, kalbiyle dimağıyla ruhuyla bu mazhariyete sahip büyük insanların mevcudiyetidir; onların mevcudiyetinden bizim haberli ve nasipli olmamızdır.
Yaşar Değirmenci.