Peygamberimizin Rehberliğine Olan İhtiyaç
Resûlullah aleyhisselamın hayatını, gücümüz nisbetinde iyi bilmeliyiz. Sonra, O’nun yolunda olan rehberlerin tanıyabildiğimiz kadarını, iyi öğrenmeliyiz. Bu okumalar, öğrenmeler okuduklarımızı, öğrendiklerimizi yaşamalar, yaşatmalar hem tahammülü ayarlar, hem de huzurlu bir hayat yaşamamızı kolaylaştırır. Peygamber Efendimizin hayatından her hal ve şartta dinimizi nasıl yaşamış, nasıl öğretmiş, nasıl tebliğ, telkin ve irşadda bulunmuş aile reisi olarak, tâcir olarak, komutan olarak, devlet reisi olarak, arkadaş yoldaş, komşu olarak, kul ve insan olarak.
‘Kur’an-ı Kerim’in istediği gibi bir hayat nasıl yaşanır?’sorusunun cevabı Kur’an’ın pratiği Peygamberimizin hayatıdır. Mekke’de, hicrette, Medine’de, Mekke’nin fethinde ve sonrasında. Gerçek olan hadisler, âyetlerin şerhidir. Peygamber Efendimiz de “yaşayan Kur’an” değil midir? Peygamberimize “iki ayaklı Kur’an” denilmemiş midir? Bunun şuurunda olanlar, rivayetlerden o hakikatin nuruna yol bulmak için bütün ilmî ve aklî gayretini elbette ki gösterir. Aksi yolda yürüyenler ise; bir gün Peygamberimizin hayatını ve sünnetini lüzumsuz görme noktasına kadar sürüklenebilirler. Ve sonunda kupkuru bir mantıkla, şüphelerin başka yerlere de sirayetine yol açtıklarını fark edemez hale gelirler. Peygamber Efendimizin ve ashabının oluşturduğu teminat dairesini zedelerseniz, insanımızın dinini, imanını da zedeleyecek hale getirirsiniz. Bu vebale; farkında olun veya olmayın, kasti olsun veya olmasın sonucun (maalesef) bu noktaya gelmesine siz sebep olmuş olursunuz.
Sahi siz kimsiniz? Kendinizi ne zannediyorsunuz? Ölçü koyan mı, Ölçüye uyan mısınız? “Kul” musunuz, yoksa “kulluk” sizi tatmin etmiyor mu? Rabbine kul olmayanların, nelere kul oldukları (hep atıfta bulunduğunuz) Mukaddes kitabımızda açık, sarih bir şekilde belirtilmiyor mu? Önce, İslami Hayat Görüşü’ne sahip miyiz, değil miyiz? Sahip değilsek, Müslümanlığımızda eksik bir taraf var demektir. Bu fark ihmal edilemez ki. İhmal edilirse, kavram yetersizliğine uğrarız ve anlaşabilmemiz çok zorlaşır. Elbette ki inandığım gibi düşüneceğim. Düşünceye yön veremeyen inanç, zaten ciddiye alınmaya layık değildir. İmanımız, biz de ‘Mümin Şahsiyet’ meydana getiriyor mu? Peygamber Efendimiz: “Sizin hayırlınız görüldüğünde Allah’ı hatırlatandır” buyururken, bizler de ‘dünyevileşme hastalığı’na tutulmuşların hali mi yansıyor? Yine Rasulüllah Efendimizin “İnsanların en hayırlısı, en iyi okuyanları, en takvalı olanları, iyiliği en çok emredip kötülükten en çok alıkoyanları ve akrabasıyla en çok ilgilenenlerdir.” Sözleri ümmetinde bir ‘nefs muhasebesi’ yaptırıyor mu? ‘En hayırlı, en şerli’ miyiz? Sorusunu kendimize hiç sorup Peygamberimizden cevapla değerlendiriyor muyuz? Peygamberimiz: “-Sizin hayırlınız hanginiz, şerliniz hanginizdir söyleyeyim mi?” ‘-Buyur, ey Allah’ın Resulü’ dediler.
“-Sizin hayırlınız kendisinden hep hayır umulan ve şerrinden emin olunanızdır. Sizin şerliniz de kendisinden hayır umulmayan ve şerrinden emin olunmayanınızdır.”
Rabbimiz bize yol gösteriyor, kendisinden şunu talep etmemizi istiyor: “Ey Rabbimiz, bizi de, bizden önce iman eden kardeşlerimizi de mağfiret et. Kalplerimizde iman edenlere karşı kin ve nefret bırakma. Rabbimiz sen Raûf’sun/ Şefkat edip koruyansın, Rahîm’sin/çok merhametlisin.” (Haşr Sûresi, 10. âyet) İlim ve fikir adamları şu hususta dertlidirler.
“Kur”an”da anlatıldığı gibi Allah”a ve Peygamberine ve diğer iman esaslarına iman edenler, mezhepleri farklı olsa da din kardeşidir. Din kardeşleri arasında daha dar sınırlar içinde kardeşlikler de oluşmuştur; bunların en yaygın olanları tarikat ve cemaat kardeşliğidir. Allah’a iman eden ve bir gün ona hesap verme sorumluğuna sahip bulunan Müslüman, kendi cemaatinden, tarikatından, partisinden diye bir kimseyi kayırır, onunla olan özel kardeşlik ve yakınlık ilişkisini din kardeşliğine ve liyakata tercih eder ve bu sebeple hakkı sahibine (hak edene, ehil ve layık olana) değil de hak etmeyene verirse bir şahsa veya gruba duyduğu kin, beslediği düşmanlık yüzünden adaletten ayrılır ve o kişiye zulmederse emaneti ehline vermemiş ve adaletle hükmetmemiş olur. Bunu yapanı tarikat, cemaat, parti ve akrabalık kurtaramaz; kul hakkına tecavüz ettiği için Allah da –o hakkı sahibi için almadan– affetmez. Ümmet birliğini bir türlü kuramayışımızın sebebi din kardeşliğinin hukukuna riayet etmeyişimizdir. Irk ve mezhep bağını din kardeşliğinin önüne geçirenler de tefrikacı ve fitnecidirler ki, Allah ve Rasulü bunları (tefrikacı ve fitnecileri) lanetlemiştir.”
Son dönemde yaşananlar da Müslümanların ölçü ve dengeyi karıştırdığı, Allah ve Rasulü’nün ölçülerine, âyet/hadis/sahabe sıralamasına uyulmadığı hastalığından meydana gelmiştir. Mesela sevgi ve nefrette bile ölçü kaçmış/kaybedilmiştir. Sevginin Allah için olması, kişiyi herhangi bir dünyevi menfaat beklentisi için değil, Allah katında sevilmeye layık niteliklere sahip olduğu için sevmek manasını taşır. Bir kimseye buğz etmek (onu sevmemek) de ancak Allah için olabilir. Böylece sevgi ve nefretimizin ölçüsü kişiden kişiye ve günden güne değişen göreceli değerler yerine, hiçbir zaman değişmeyecek sağlam bir ilkeye bağlanmış olur. Bu ilke İslâm’da “el-hubbu lillah vel buğzu lillah” (Allah için sevgi, Allah için nefret) şeklinde formüle edilmiştir. Bu ilkenin kaynağı “Kim Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir, Allah için men ederse imanı kemale/olgunluğa ermiştir” hadisidir. Bu hadis, sadece nefsani duygularla hareket etmesine mani olan bir çerçeve oluşturmaktadır. Rasulüllah Efendimiz de bencillik yerine diğergamlık (başkalarını düşünmeyi), israf ve cimrilik yerine infak ve tasadduku, kabile asabiyeti yerine İslâm kardeşliği ve dayanışmasını ikame ederek, karşılıklı sevgi, saygı ve yardımlaşmanın hâkim olduğu bir ümmet oluşturmak istemiştir. Kur’an-ı Kerim’deki ifadesiyle bu ümmet, “Allah’a iman eden, birbirlerine iyiliği tavsiye eden, kötülükten sakındıran, insanlık için çıkarılmış hayırlı bir ümmettir.” (Ali İmran Sûresi 110. Âyet) Peygamberimizi gerek ferdi, gerekse sosyal hayatın içinde sünnetini çağa taşıyan ümmetinden olacağız. “Allah’ın dinini dert edinenlerin özel dertlerini Allah üstlenir. Allah’ın dinini dert edinmeyenleri de Allah kendi dertleriyle baş başa bırakır” buyurması biz ümmetine yol gösteriyor. Biz, Peygamberimizin mümin yakınlarını, seçkin ashabını din açısından sevgi ve saygıya layık oldukları için seviyor, sayıyoruz. İman ve amelleri yönünden peygamberimizin onlara atfettiği değer ve faziletleri dikkate alıyoruz. Onların, İslâm’ın korunması ve yayılmasında gösterdikleri fedakârlığı, iman ve güzel ahlaklarıyla sonraki nesillere bıraktıkları örnekliği kendimize rehber ediniyoruz. Aynı zamanda düştükleri hatalardan, siyasî ve toplumsal meselelerde kendi aralarında yaptıkları mücadelelerden ve bir mümin için arzu edilmeyen olaylardan ibret alıp, ders çıkarmamız gerekiyor. Şu hadisini de unutmayalım. Buyuruyorlar ki: “Kişinin üstünlüğü dini, iyiliği aklı; kıymet ve övüncü de ahlakıdır.”
Yaşar Değirmenci.