Hak ve Hakikat Sevgisi’ni Her Şeyin Üstünde Tutalım
“İslâm bir bütündür” hakikati, “bütünüyle uygulanamıyorsa İslâm adına söylenecek şey yoktur” şeklinde çarpıtmaya elbette taraftar olamayız. Burada çok önemli bir noktayı işaretlemek istiyorum:
“İslâm’ın bütünlüğünü bir şuur halinde daima zihnimizde ve kalbimizde yaşatmadıkça en cüz’i bir hususun dahi izahını yapamayız. Dürbünü tersinden tutmayalım.
Güneşe açılan pencereler renklidir ve hoş resimlidir diye paçavralarla örtmeyelim. Elimizdeki projektörü gözümüze değil, yolumuza tutalım. Bunlar farklı teşbihler ama bizim gafletimizin her birine uyan yönleri var. Sevgi, barış, dostluk, kardeşlik, saygı gibi güzellikler, hakikat ağacının çiçekleridir, meyveleridir. Ağacın köklerini beslemeden o güzellikler doğmaz. Yüreğiniz istediği için alır yapıştırırsınız yapıp takarsınız benzerlerini. Fakat bu, sadece hasretinizi arttırır.
Yaşadığımız hayattan birçok örnek verebilirim. Sevgi’yi vazifesizlik mâzareti olarak kullananlar, tezahürsüz bırakıp yardıma ve paylaşmaya dönüştüremeyenler, nefsine köle edenler, neler-neler...
Birine ‘sevgiye önem ver” demek, ağacın dibine gidip ‘meyve ver’ diye seslenmeye benzer. Tavsiyeyle emirle sevgi sıhhati doğmaz. Sevgiden bahsetmek için sevgiyi kalplere ilka edeni unutmayacaksın! Sun’i çabalarla da uğraşmayacaksın. Sevginin kaynağını kabul edeceksin. Sevgi’nin toprağını, suyunu, havasını hazırlayacaksın önce. Bunun manevi-fikrî mücadelesini, cehdini, gayretini ifa edeceksin. Bunun liyâkat bedelini ödemeyi seveceksin. Bütün bunlardan sonra konuşabilirsin.
Yoksa o güzelim kelime ve kavramları yalama haline getirip müessiriyetini de kaybettirirsin sevgi, kardeşlik, vs. diyerek...
Bilmiyorlar ki, insanı ameli kurtaramaz, afv-ı ilahî kurtarır. Sahih hadis-i şerifle sabit olan bu hakikat var iken, acaba asgari kifayetin yüksek matematik hesaplarına dayanan amelciklerimize nasıl güveniyoruz? Hayrettir!
Elbette ümitli olmak lâzımdır. Ama daima, bir gönül coşkusuyla gayret içinde bulunmak da lâzımdır. Sonra da gurura kapılmayıp, afv-ı ilahî’ye lâyık görülürsek kurtulacağımızın şuuru içinde yaşamak lâzımdır.
İman ve iman şuuru varsa, her şey vardır. Yerli yerinde, tam kıvamıyla, ölçüsüyle vardır. Ebediyet programının yolcularına münasebet dersi verilmez. Onlar her şeyin yerini, değerini, önemini bilir. Maddi, beşeri, ferdi, ailevi, sosyal bütün unsurlar, bütün imkân ve vasıtalar, mutlak gayeye bağlanmış olmanın nizamı-ahengi-aydınlığı içindedirler.
Gayemiz, rıza-ı ilahîye vuslattır. Öyle olmalıdır. Tebliğ edilmiştir ki; Cenab-ı Hak ihlâstan razı olur, gayret ve hassasiyet ihlâstan doğar.
Kendi kendimize sormalıyız: Bir Müslüman ki; hayati ihtiyaç içindedir, onu bilen ve gören zengin Müslümanın ona yardım etmesinin veya etmemesinin acaba hükmü nedir? Var mı bunu merak eden? ‘Ben, bana düşeni yapıyorum. Fitremi ve zekatımı veriyorum. Belli zamanlarda belli yerlere yardımda bulunuyorum. Daha fazlasıyla mükellef değilim’ denilir, ama doğru olmaz. Kendi kendini kandırırsın sadece... Senin o tavrından Cenab-ı Hakk razı mıdır? Cennet beklentin, cehenneme girmeme teminatın nereden geliyor? Öz manasıyla Cennet, Cenab-ı Hakk’ın rızasına nail olunan yerdir.
Cehennem, rıza-ı ilahîden mahrumiyet ateşidir. Peygamberimizin yanında yetişmiş, her duyduğunu amel haline getirmiş (pratiğe dönüştürmüş) Ebu Zer Gıfari Hazretleri, insanın iki hedefe ulaşmak için yaşaması gerektiğini savunur. ‘Bunlar helal rızık kazanmak ve Allah’ın rızasına uygun yaşayıp cennete ulaşmaktır’ der. Parayı (maddi imkanı) da hayatı sürdürmek ve Allah yolunda harcamak için araç (vasıta) olarak görür. Bireylerin mal ve servet sahibi olmasını değil, sahip olunan malın kullanım biçimini eleştirdiği görülür. Zihniyet eleştirisidir.
Bir ismen zikredilen mükellefiyetler, bir de vasfen zikredilen mükellefiyetler vardır. Farzlar, vacipler; müşahhas isim planında çeşitli sayılara sığdırılabilir.
Fakat mücerret vasıf halinde bildirilen farzların, vaciplerin müşahhas tezahürleri sayıya sığmaz. “Gönlünden al fetvayı” hikmeti, en ziyade bu hal ile ilgilidir.
Hakk’ın rızasına nail olmak, en büyük mükâfat; Hakk’ın rızasından mahrum kalmak, en büyük mücazattır.
Müeyyidelerin ruhudur bu. Bu ruhu idrak ettiğiniz zaman, ‘Şunu şunu yaptım, işim bitti!’ darlığından uzak kalır; o yaptıklarınızın bile kabule bağlı olduğunu düşünüp, büyük mükâfata büyük gönülle yönelirsiniz.
Ne yapsanız sizi amelinizin değil, ‘kalb-i selim’ ile çırpınışınızın erdireceğini bilip daima gayret ve hassasiyet içinde bulunursunuz. Bu ruhu idrak ettiğiniz zaman, Hak ve Hakikat Sevgisi’ni her şeyin üstünde tutarsınız. Bu ruhu idrak ettiğiniz zaman, Hak ve Hakikat Sevgisi’nin bütün gerçek sevgilerin kaynağı olduğunu görürsünüz. Bu ruhu idrak ettiğiniz zaman; tamamlanmışlık vehminin cenderesinden kurtulup, yaratılış hikmetini teşkil eden tekâmül ve irfan yolunun yolcusu olursunuz. Bu yolculukta “Fakirleri sev ve onlara yakın davran. Kendinden kötü durumda olana bak; kendinden iyi durumda olana bakma. Akrabalık bağlarını koru, acı dahi olsa hakkı söylemekten geri durma. Allah için, kınayanın kınamasından korkma! ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billah’ sözünü çok tekrarla!” Peygamber Efendimizin Ebu Zer Gıfari’ye bu tavsiyelerini unutmayalım.
Yaşar Değirmenci.