Derdimiz - İnsanlığımızın Azalması
Fıtrata aykırı sun’îlikler içinde kendi kendimizin kölesi haline gelmişiz. Sevgiye, sabra daha yakın duran bir dengeyi kurabilseydik, o kayıpları ve acıları yaşamasaydık; daha iyi olmaz mıydı? “Herkesin iyi taraflarına yakın ve dost; herkesin kötü taraflarına uzak ve soğuk durmak, ama kimseyi tamamen hatalı yahut tamamen hatasız görmemek” ortak değerleri kaale alsaydık, uygulayıp yaşasaydık toplumun yüzü farklı olmaz mıydı?
“Bir âdem bir âlem” demişiz, şefkat-merhamet hareketini başlatmış, “insan seferberliği” için yollara düşmüşüz. “Fütuhül kulub, fütuhül buldandan önce gelir” demişiz. (Kalplerin, gönüllerin fethini, beldelerin fethinden öne almışız.) Medeniyetimize insanlıkla özdeş isimler vermişiz. kalp medeniyeti, gözyaşı medeniyeti, yürek medeniyeti, şefkat-merhamet medeniyeti, hicret medeniyeti, diriliş medeniyeti, vs. büyük ve dağınık bir coğrafyada, şaşılacak kadar kısa bir zamanda “insanlık fethi”ni gerçekleştirmişiz. Bütün bunları gerçekleştirenler şimdi kendi insanlarına, kendi torunlarına, kendi çoluk-çocuklarına sahip çıkmaktan âciz hale gelmişse burada durup bir nefs muhasebesi yapmalıyız.
Dertleşme, düşünme, hiçbir olumsuzluğu mazeret olarak öne sürmeme, nefs muhasebesi yaparak çare arama/bulma gayreti göstererek her hal ve şartta yaşanan bir dinimiz olduğunu unutmama.
İnsanımız nerede? Nerede hata yaptık? Devlet, iktidar, güç, parti, gazete, dernek, vakıf, cemaat, dergi, medya vs. bütün bunlar insan için vardır. İnsandan önce bunları tercih edenlere doğru adres göstererek “önce insan” demek durumundayız. O halde insanımız için, onun yetişmesi, gelişmesi ve şahsiyet eğitimi için var olan bu kurum ve kuruluşlar adına insanın harcanıp harcanmadığına dikkat edilmeli. İnsana hizmet için kurulan bu müesseselerde “insana hizmet” deyince ne anlaşıldığı üzerine mesul ve mükellef olanlar kafa yormalı. Yoksa insan; şahsa, kuruma, lidere, teşkilata feda edilir. İnsanların kurallar için değil, kuralların insanlar için olduğunu da unutmayalım.
Okuma faaliyetimiz, hayatımızda önemli bir yer teşkil etmeli. İster gözle okuyalım, ister zihinle, isterse gönülle… Ama okuyalım! Kitabı okuyalım, tabiatı okuyalım, kâinatı okuyalım, hâdiseleri okuyalım! Ama okuyalım! Okuyarak bilgiyi, düşünerek hikmeti, yaşayarak tecrübeyi, duyarak irfanı elde ederiz. Nasıl ki, midemize her yemeği koymuyor, seçmeci davranıyorsak, zihnimize, kalbimize, gönlümüze de her bilgiyi sokarak “bilgi hamalı” olmayalım. Okuma yazma faaliyeti, şevki, gayreti yoksa okuma yazma bilmenin ne faydası, ne manası olur. Bunun sebebi; okuma yazma faaliyetine değer vermeyen bir hayat tarzını bir “dünya görüşü” olarak benimsemiş olmamızdır. Zannetmişizdir ki çağın medeniyet anlayışı; paradan, teknikten, konfordan ibarettir. İnsan günde yarım veya bir saatini okumakla geçirmeli. Sabahleyin veya akşam yatmadan önce okumayı alışkanlık hâline getirmelidir. Bu zamanla öylesine alışkanlık hâline gelir ki yeyip içmekten vazgeçemediğimiz gibi, okumadan da vazgeçemeyip bu alışkanlığımız hayatımızın bir parçası olur. Boş insanlar vakitlerini nasıl geçireceklerinin sıkıntısıyla kıvranırken, bu alışkanlığı kazananlar vaktin nasıl geçtiğinin farkına bile varamazlar.
Bütün gerçek sevgileri, Allah sevgisi, (muhabbetullah) halis kılar. Allah sevgisi olamazsa, diğer sevgilerin doğru-dürüst yaşanması, yaşatılması, mânâlanması mümkün değildir. Yapılması mümkün olanlar var, mümkün olmayanlar var. Yapılması gerekli ve doğru olanlar var. Yapılması ile yapılmaması arasında ciddi bir farklılık bulunmayanlar var. Yapılması yahut yapılmaması gerekli ve doğru olanlar arasında önemli farklar var. Bir hayat görüşünüz olacak. Bu olmadıkça, her şey muallakta kalır.
Temelsiz tefekkür olmaz. Öylesine bir didinme, yorgunluk ve ızdırap getirir; dalalete sürükler. Temel, değişmez inançlardır. Tefekkür, o inançların, benliğimizi şahsiyete dönüştürmesi, bize bizi vermesidir. Fikir ve düşünceden ziyade, olaylar konuşulduğu için konuşulanlar; tefekkür meseleleri değil, basit mantık hatalarıdır. Gündemi onlar oluşturur. Değer ölçülerine ve hükümlerine bağlılık samimiyeti kalktığı için, tefekkürün ve uzlaşmanın yolları tıkanır, nefsani iddialaşmanın ve kavgaların ilkel hırçınlıkları yaşanır. Kavramların asliyeti gider, istismarı kalır. Kalabalıklar içinde yalnızlık, gürültüler ortasında ifadesizlik yaşanır.
Eğitim anlayışımızı, hayat ve insan anlayışımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. İçinde bulunduğumuz şartları da düşünerek. Diğer bir ifade ile “Biz kalarak değişmek, değişerek biz kalmak!” İşte bütün mesele! Hayatımızda düşünceye, duyguya, sorumluluğa, sevgiye saygıya, itidale, insafa vicdana edep ve hayâya daha çok yer vermeliyiz.
Asla unutulmamalıdır ki hayır ile şer arasında, doğru ile yanlış arasında, ihanet ile sadakat arasında, nur ile zulmet arasında, gaflet ile basiret arasında, istikamet ile dalalet arasında, hak ile batıl arasında, izzet ile zillet arasında, maruf ile münker arasında tarafsız olunamaz. Tarafsızlığı sorumluluktan kaçışın vasıtası olarak kullanmak vebaldir.
İnsan sadece tabiatı değil, kendini de tahrip ediyor. İnsanımızın çektiği ruh ve kültür ızdırabına göz mü yumacağız? Asıl derdimizin “kaybolan insanlığımız” olduğu hakikatini ne zaman idrak edeceğiz? Efendim devrin icabı öyleymiş. Devrin icaplarını, devrin insanlarının oluşturduğu nasıl unutulur? Dert “insanlığımızın azalması” derdidir. Kimliklerle uğraşılıyor. Asıl derdimiz “kişilik” problemidir. İnsanlığımız azalmış, farkında değiliz. İnsanı maddeye köle yapan, madde uğruna insanların ruhunu, sıhhatini, mutluluğunu tahrip eden gaflet bombalarının nötrondan fazlası var eksiği yok.
Düşünceler önemlidir, şahıslar değil. Şahıslarla değil de fikirlerle-düşüncelerle uğraşırsak, bu metot, nefsaniyete açılan kapıların kapanması bakımından da bir ihtiyat mânâsı taşır. Fikri meselelerde, şahısları geri planda tutmak ve muhtevayı öne çıkarıp bir hakikat zemininde genişlik aramak çok faydalıdır. Sevgi-saygı ve merhamet duygularıyla insanileştiremediğimiz her sosyal münasebet, toplumun bir tarafını mutlaka sızlatacak, acıtacak, kanatacaktır. Görünen, yaşanan huzursuzlukların aslî sebebi budur. Enerjimizi israf etmeyelim. Din kardeşliğimizi zedelemeyelim. Hatasız tek kitabın Kuran-ı Kerim olduğunu unutmadan okuyalım, düşünelim, dikkat ve hassasiyetimizi kaybetmeyelim. Ölçülü ve dengeli olmayı, makul ve mutedil bir hal içinde bulunmayı içselleştirelim.
Üç M’yi hep canlı tutalım. Makul, Mutedil, Müstakim.
Yaşar Değirmenci..