SÜNNETİ ÇAĞA TAŞIYALIM
Sünnet, İslâmî diriliş ve gelişmeyi anlamanın anahtarı olmuştur. Ümmetin şimdiki çöküş ve çözülüşümüzü anlamanın anahtarı da vahiyden/sünnetten/hadisten uzak yaşamanın sonucudur.
Sünnetler içerisinde en tartışmasız olanları “ameli sünnet”lerdir. Ameli sünnetler ağızdan ağza nakledilmezler, hayattan hayata nakledilirler. Bunların en başında namaz ibadetinin usul, vakit, rekat ve şekilleri gelir. İslâm’ı sünnetsiz bırakma, onu hayatsız bırakmaktır. Dini hayat tarzımıza sokmamak, geleceği yeniden inşa iddiasını kaybetmek demektir. Sünnet ve hadis, Peygamberimizin manevi şahsiyetini ayakta tutan ana sütunlardandır. O sütunları parçalamak, dinimizi, kitabımızı, Müslümanları İslâm ile buluşturan bütün faaliyetleri parçalamak/mahrum etmek anlamına gelir.
Rasulallah bir gün şöyle dua eder: “Allah’ım, Muhammed de bir beşerdir. Her beşer gazaba gelip öfkelendiği gibi Muhammed de öfkelenir. Allah’ım! Herhangi bir müslümana haksız yere lanet okur, sebbeder, beddua edersem, bunu onun için bir ecir, rahmet ve bağışlanma vesilesi kıl.” Her hal ve şartta ümmetini düşünen bir Peygamberimiz var. Peygamberimizin ahlakı Allah tarafından ‘muhteşem’ olarak nitelendirilmiştir. Dinimizi yaşamanın kuvvetlenmesi ve hayat imkânı kazanmasını temin edeceği tek ilaçtır.
Sünnet, İslâmî diriliş ve gelişmeyi anlamanın anahtarı olmuştur. Ümmetin şimdiki çöküş ve çözülüşümüzü anlamanın anahtarı da vahiyden/sünnetten/hadisten uzak yaşamanın sonucudur. Resûlullah’ın sünnetini uygulamak, İslâm’ın varlığını ve ilerlemesini korumak demektir. Sünnetin terki ise, İslâm’ın terkidir. Sünnet, İslâm binasını tutan çelik iskelettir. Peygamberimizin hayatı, Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği esasların tefsiri ve canlı temsili idi. Vahyi bize tebliğ edene uymadıkça, Kur’ân’ın hakkını ödemiş olamayız. İslâm’ı diğer sistemlerden ayıran esaslar içinde en önemlisi, insan hayatının rûhî ve maddî tarafları arasında kurduğu tam âhenktir. İslâm, âhirette kurtulmak için dünya ahiret dengesini sağlayarak yepyeni bir davetle gelmiştir.
Resulüllah’ın hayatı, Kur’an-ı Kerim’in canlı halidir. O halde Sünneti, hadisi bilmeden Kur’an-ı Kerim’i nasıl anlayabiliriz? Sünnet devreden çıkarılınca Resulüllah nasıl tanınabilir? Peygamberimizin tanınıp bilinmesine bu toplumun, bu milletin, bu ümmetin ihtiyacı yok mudur? Belirli gün ve gecelerde ‘anılmak’la olur mu? Tartışma ve yarışma gibi TV programları dini vicdanlarda bırakmak, hissiyatla mevlid ve ilahilerle hatırlatılmaktan ibaret görmek ne kazandırır? Siyer kitaplarıyla, siyer dersleriyle kronolojik bazı tarihleri, olayları bilmek İslâm’ın hangi hükmünü, emrini ifadır? Okuyup amel etmek, sünneti çağa taşımak şarttır. Sünnet, Kur’an’ın hayata açılımından başka bir şey değildir.
ÇAĞI SÜNNETSİZ YAŞAMAYALIM
Mekke’nin fethinden bir süre öncesindeyiz. Peygamberimizin sütkardeşi Ebu Süfyan bin Haris (Mekke reisi Ebu Süfyan Bin Harb’le karıştırılmamalı), ticaret maksadıyla Şam’a gider. –ki kendisi, Hz. Muhammed aleyhisselam peygamberlikle görevlendirildiğinde Mekke müşrikleri gibi Ona karşı durmuş, Onu reddetmişti; Hz. Peygamber de süt kardeşinin bu tutumuna, anlayışsızlığına çok üzülmüştü.– orada Rum Kayzeri ile görüşür. Kayzer dahil herkesin Hz. Peygamberden ve Onun davetinden çokça söz ettiğine şahit olur. O zaman durup düşünmeye başlar; sıradan bir Mekkeli gibi yanı başındaki insanın sözlerini kaale almadığına, onu anlamaya çalışmadığına hayıflanır. “Onlar bir yol tutup gittiler, biz de o yolu tutup gittik” der. Oysa Mekke’den fersah fersah uzaklardaki bu yerlerde herkes Muhammed’den ve onun risaletinden söz etmektedir. Bu arada Hz. Peygamber’in konumu da giderek güçlenmiştir. Yaptığı bu özeleştiri ve nefis muhasebesi, nihayet Müslüman olmaya karar vermesiyle sonuçlanır. Mekke’nin fethine saatler kala, yanına oğlunu da alarak Medine’ye yönelir. Yolda İslam ordusuyla karşılaşır. Hz. Abbas’tan kendisini Hz. Peygambere götürmesini ister. Rasullulah onu görünce derhal tanır ve kendisinden yüz çevirir. Ebu Süfyan b. Haris, İbn-i Abbas’tan aracı olmasını ve Peygamber’in kendisiyle ilgilenmesi için ricada bulunmasını isteyince İbn Abbas, “Peygamberin yüz çevirdiği insana ben değer vermem” cevabını verir. Belli ki, Peygamberimiz Ebu Süfyan’a çok kırgındır ve belki de onun Müslüman olmak konusundaki kararının kesinlik derecesini test etmektedir. Ebu Süfyan bu kez Hz. Ali’ye vararak, aracı olmasını ister. Hz. Ali de “Peygamberin yüz çevirdiğine ben değer vermem” diyerek reddeder. Sonra Hz. Ebubekir’den de aynı tepkiyi alır. Hz. Ömer’e gitmeye cesaret edemez. Nihayet, Peygamber Efendimizin çadırının önünde sıcak güneşin altında, O kabul edinceye kadar oğluyla birlikte aç-susuz beklemeye karar verir.
Hz. Ali, Ebu Süfyan b.Haris’in samimiyetini görünce yanına yaklaşarak bir teklifte bulunur: Hz. Peygamber’e karşısından değil de arkadan yaklaşıp Yusuf suresinin 91. ayetini okumasını ister; Yusuf’un kardeşlerinin onu tanıyıp da yaptıklarından pişmanlık duyduklarını ifade eden ayeti: “Dediler ki: Allah’a yemin olsun ki, seni Allah bize üstün kılmıştır. Doğrusu biz büyük bir hata/suç işlemiştik.” Yani Hz. Ali, Ebu Süfyan’ın kendisini Yusuf’un kardeşleri ile özdeşleştirerek kesin bir tevbede bulunmasını ister. Ebu Süfyan b. Haris ayeti aynen okur.
Peygamber aleyhisselam bunu işitince tebessümle ona döner ve Yusuf’un ağzından şu ayetle (12 Yusuf 92) mukabelede bulunur: “Yusuf dedi ki: Bugün size bir kınama, bir ayıplama yok. Allah sizi bağışlayacaktır ve o merhametlilerin en merhametlisidir.”
Nasıl ki, Hz. Peygamber ve Hz. Ali, iki-üç bin yıl öncesinde yaşanan bir hadiseyi ve oradaki bir ilkeyi kendi çağlarına taşımışlarsa, bizim de Kur’an ayetlerini ve Hz. Peygamberin sünnetini aklımızı kullanıp insan psikolojisini de dikkate alarak hayatımızın, çağımızın bir prensibi haline getirmemiz ve güncelleştirmemiz gerekir.
Sünneti çağa taşıyalım. Çağı sünnetsiz yaşamayalım!
Yaşar Değirmenci.