* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Ramazan Hâtıralarının Düşündürdükleri  (Okunma sayısı 188 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Ramazan Hâtıralarının Düşündürdükleri
« : Mayıs 08, 2020, 08:25:33 ÖÖ »
Ramazan Hâtıralarının Düşündürdükleri
   
Tanıdığım, sevgi, saygı ve muhabbette kusur etmemeye çalıştığım muharrir (yazar basit kaldığı için kullanmıyorum) ağabeylerimizin çoğu vefat etti.

Üstad Necip Fazıl, Şevket Eygi, Kadir Mısıroğlu, Ergun Göze, Ahmet Kabaklı, Zeki Önal, Mehmet Niyazi ağabeyler... Bazılarını hânelerinde ziyaret ettim, bazıları evimizi şereflendirmişlerdi. Bu gazeteci, muharrir ağabeylerimizi, değerli hocalarımı da unutamam. Halûk Dursun’dan, Nevzat Yalçıntaş’a, Süleyman Yalçın’dan, Sabahattin Zaim’e kadar…

Her karşılaşmamızda, dinlediğim nice hatıralar, öğrendiğim nice bilgiler, aldığım nice notlar…

Ramazan-ı Şerif vesilesiyle bizde iz bırakan büyüklerimizden bugüne ışık tutan önemli hatıraları onlar için de ‘sadakay-ı câriye’ olması ve bizim de okuduğumuz Kur’an-ı Kerim’in sevabını hediye ederken onları da hatırlamamız için, af ve mağfiretlerine vesile olması ümidiyle anlatmak istiyorum.

Anlatacağım hatıralar belli bir kişiye ait değil, yukarıda andığım, hayırla yâd ettiğim şahsiyetlerden dinlerken duyduğum hatıralardan bir demet şeklindedir. Siz değerli okuyucularımla dualar ederek paylaşmak istiyorum.

‘Konakların, büyük hazırlıkların, zengin sofralarının Ramazanları anlatılır hep. Şüphesiz ki onların da kendine has güzellikleri vardır. Bugün okurken bile zevk duyuyoruz. Bir başka âlem, bir başka dünya imiş.

Medeniyetlerin üst seviyedeki kıvamlanışları, hele öyle manevi derinliklerle ve inceliklerle bezendiği zaman ayrı bir önem taşır.

Biz öyle bir iklimde yetişmedik. Ücra ve fakir İstanbul’un mahallelerinden birinde büyüdük. Evimiz, avuç içi kadar küçük bir evdi. Dört kardeş annem, babamla beraber altı nüfus bu küçücük evde otururduk. Ben liseyi bitirene kadar o evde yaşadık. Sonra daha geniş evlerde oturduk. Bir araya geldiğimizde hep o küçücük evimizde geçen günlerimizi konuştuk. Sanki bir şeyler o evde kaldı. Kendimizi ve eşyamızı taşıdık; ama onları taşıyamadık.

Kardeşim geçen gün, eski mahallemize gidip hâlâ öylece duran küçük evimizin önünden geçmiş; oralarda bir yabancı gibi kalışının kendisini nasıl hüzünlendirdiğini anlatıyordu. Annem-babam yok, komşularımız yok, biz o çocuklar değiliz artık. Zaman akıyor, ömürler geçiyor, devran dönüyor.

Ama hüznün sebebi bu değil. Derinlerde bir yerde, adı konulmamış.

Ve Ramazan-ı Şerif gelince o küçük ev, minarelerin kandilleriyle ışıklanır muhayyilemde. “Küçüksünüz tutamazsınız. Fakat adabına uyup ruhaniyetiyle tanışmak için sahur ve iftar sofralarında hazır bulunmamız gerekir.” Bu ifadeyi ailemiz anlayabileceğimiz şekle sokardı. Saçlarımızı okşaya okşaya uyandırırdı. Diz boyu kar yığınlarının içinde yuvarlanırdık. Soğuğu hissetmek başka, üşümek başkadır. Şimdi kadının ev ile ilgisini “dört duvar arasında kalmak” şeklinde anlatırken ne kadar hayrete düştüğümüzü bilemezsiniz.

Hangi dört duvar? Ev, anneli-babalı ev, dünyayı içine alacak kadar geniştir. Evi anne ısıtır, şefkatiyle, merhametiyle, sevgisiyle. Küçük-büyük camileri o evdeki çocukluğumuzun teravihlerinde tanıdık. Zevk duyarak, adam yerine konulmuş olmanın hazzına vararak...

Gidişlerimizde, dönüşlerimizde yaşımıza, seviyemize uygun dersler alarak.

Ramazan-ı Şerif’in son haftasında mahallemizin mescidi öncelik alırdı. Namazdan evvel, caminin bahçesinde toplanılır, sakin ve samimi bir üslupla bazı meseleler konuşulurdu. Kim ne durumdadır?

Hastalıklar, yoksulluklar, sıkıntılar var mıdır? O çocukluğumuzla milletin derdiyle dertlenir, “Keşke daha çok paramız olsa da muhtaçlara dağıtsaydık” derdik. Harçlıklarımız da yoktu ki sıkıntısı olana verelim. Bir şeyler yapamamanın halet-i ruhiyesi, hemen herkesin durumunun iyi olmaması müşkilatların çözümünü zorlaştırıyordu. Hayat bir eğitimdi. Eğlenceli, muhtevalı, vakur, zarif, sıcacık… Özlediğim işte bu.

Görevimiz icabı çeşitli iftarlara gidiyor, dâvetlere icabet ediyoruz. Daha iyi imkânlar, daha lüks ve israf içinde iftarlar. Sanki samimiyet gitmiş, her şey mekanikleşmiş. Bazen buğulu gözlerle susuyorum.

Soframıza oturan yetimler, öksüzler, ihtiyaç sahipleri olsa “en güzel sofra” olsa soframız. Evimiz, ağırladığımız misafirlerden dolayı “en iyi ev olsa” “paylaşma”yı hayatımızın içine soksak…

“Sükûtun da dili vardır.” Bizim “küçük ev”in de dili vardı. Mahalle vardı, veresiye defterli bakkalımız, kasabımız, komşularımız, arkadaşlarımız...

Duvarlarına, tahtalarına sinmiş hatıralarıyla. Gitsem beni tanır; ama ne benim görümlük halim var ne onun. Mahzun tahayyüllerimiz münzevi hasretlerimizle zaten söyleşip duruyor.

Müslüman, bir çağı yaşıyor. Yani bu çağın sosyo-kültürel oluşumlarının etkisi altında. İslam kaynaklı olmayan bu oluşumlar, Müslümanın hayatına nüfuz edebiliyor.

Müslümanlığımızın eskiyen, pörsüyen, tiftiklenen, yaralanan, unutulan, ihmal edilen, nerede kaldığı bilinmeyen yanları var mı? Âhirette “Bizi savunacak bir Müslümanlık kalitemiz” üzerinde duralım.

Toplumumuzda, orucun yaygınlığı oranında bir “İslamî hayat”tan da söz edebiliyor muyuz? Oruç, İslamî hiçbir hassasiyet gözetilmeden yaşanan bir hayata monte edilen bir davranış tarzı olmamalı.

Kendimizi hem Müslüman olarak niteleyip, hem de onun içini gerçekten İslam’ın istediği gibi dolduramama endişesini taşıyoruz hemen her gün çeşitli vesilelerle… “Müslümanım” demek mühimse onun içini doldurmanın da bir ehemmiyeti olmalı. İçi dolmayan bir Müslümanlığın, Rabbimiz nezdinde kabule şayan olmayabileceğini unutmamak gerek.

Yaralanmış, kirlenmiş bir hayatın içinden, nezih kulluk nümûneleri çıkmaz. İnsanımızda “ibadet şuuru”nun hangi boyutta olduğu sorusu bilhassa Ramazan-ı Şerif’te çok ehemmiyet taşıyor. Hatıralardan toparlanıp “Aman Ya Rabbi!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a sığınmaktan başka çâre yok.’

Hepsine Allah’tan af, rahmet, mağfiret niyazımla…

Yaşar Değirmenci.