KAVRAMLAR PEYGAMBERİMİZİN BİLİNMESİYLE ANLAŞILIR
Kavram kargaşasının yoğunluk kazandığı bir dönemden geçiyoruz. Terörden bunalanlara barış, huzuru kaçırılanlara huzur, yüreği tutuşanlara serinlik dağıtmak üzere hareket eden ordumuzun ortak değer olarak birleşeceğimiz ‘Barış Pınarı’ harekâtını dahi anlamadılar. Böyle bir ulviliği, süfli hayatları idrak edemedi. Bunlara bir kavram dersi vermek istiyorum.
Peygamberimizde üç sıfat birleşmişti. Peygamberlik, Devlet Başkanlığı ve Başkomutanlık. Onun Peygamberliği, âlemlere rahmet oluşundan devlet başkanlığı, başkomutanlığı ise, Allah davasını kabul edene sulhen (barışla) etmeyene savaşla bildirmekti. Resulüllah Efendimiz kendisini şöyle tarif ediyor: “Ben savaş ve merhamet Peygamberiyim.” Çünkü Allah, Peygamberimizi “Alemlere rahmet” olarak göndermiştir.
Ashabını kendisi gibi yetiştirdi. Onlar da davranışlarında merhamet örneği, savaşlarda kahramanlık numunesi oldular. Müslümanlara esir düşüp, bilahare salıverilen bir Bizans askeri, Kral Heraklius’un sorması üzerine Müslümanları şöyle tarif eder: ‘Onlar geceleri zahid, gündüzleri at sırtında mücahitlerdir.’
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin övdüğü Peygamberimizin bizim övgümüze ihtiyacı yoktur. İnsanın O’nu övmesi, O’nun ilkelerine bağlanmasıyla (Sünnetini çağa taşımasıyla); O’nu sevmesi, davası için kendisini, imkanlarını feda etmesiyle mümkündür.
Ne O’nun, ne İslâm’ın gayesi, savaş veya insan öldürme değildi. O’na emredilen, O’nun tavizsiz ve eksiksiz yerine getirmek istediği dava, Allah’ın insanlık için kurtuluş ilkelerini yeryüzüne hâkim kılmak ve bu uğurda mücadele vermekti. Bunun için savaşıyordu.
Cihad, Allah ile insanlar arasındaki engelleri kaldırarak, onların Allah ile buluşmalarını sağlama gayretidir. Savaş ise büyük ve kutsal bir hareket olan cihadın bir parçasıdır. Yani cihad, savaşı da içine alan bir harekettir. Fakat savaş kelimesi, cihadın ihtiva ettiği manayı tamamen kapsamaz. Cihad, kıyamete kadar devam edecek olan bir harekettir; kesintisizdir, mekruh vakti yoktur. İslâm’ın doğru anlaşılması, anlatılması, sevdirilmesi için ortaya konulan her türlü gayret cihadın kapsamına girmektedir. Savaş ise gerektiğinde, başka seçenek kalmadığında İslâm düşmanları ile yapılan fiilî mücadelenin sadece bir kısmıdır.
Cihadın gayesi, insanları zorla Müslüman yapmak değildir. Bakara suresi 256. Âyet, “Birini zorla Müslüman yapmak dinde yoktur.” Bunu yasaklıyor. O halde istenen neydi?
Cihadın gayesi, Müslüman veya gayrimüslim bütün insanlara Allah’ın belirlediği temel ilkeleri uygulamaktı. İslâmi tebliğin muhatabı olan insanlar, Müslüman olmaya mecbur değillerdi. Onların mecbur oldukları şey, bu müsamahaya rağmen, İslâm devlet ve kanunlarına göre yönetilmelerini kabul etmeleriydi. Diğer bir ifade ile Hıristiyan, Yahudi, isterse kendi dininde kalabilecek fakat İslâm Devleti’ne cizye verecekti. Ancak bunu da kabul etmeme hali, savaş sebebini teşkil ediyordu. İslâm’da savaşın asıl hedefi, insanları öldürmek, ganimet kazanmak, yeryüzünü tahrip etmek değil; aksine, zulmü yok etmek, gayrimüslimler için hidayete giden yoldaki engelleri kaldırmaktır. Bunun içindir ki İslâm, sömürme, emperyalist tutkular ve sırf devlet toprağını genişletme hevesine yönelik savaş anlayışını kesinlikle reddeder. İslam’da savaş, yüce bir dava uğruna, fikir ve düşünce hürriyeti adına, insanlığa giden yolları açmak için yapılır. Bununla beraber gerektiğinde barışa gitmek de ihmal edilmez. Çünkü barış esas, savaş ise tâlidir, arızîdir.
Müsteşrikler (oryantalistler) veya insancıl (!) görünenleri ikna ve tatmin etmek için, ‘İslâm’da cihad sadece bir müdafaadan ibarettir’ deyip, hakikatleri tahrif etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. İslâm, bu adamları, böyle düşünenleri (İslâm’ın amel yönüne önem vermeyip kalpleri temiz (!) olanları) tatmin etmek için gelmedi.
İslâm, Allah’ın Peygamberleri vasıtasıyla insanlara gönderdiği öyle bir dindir ki, sadece O’nun bu din üzerinde tasarruf hakkı vardır. Bunun muhatabı olan insanlar, Onda tasarruf etmeye değil, sadece kabul edip etmeme hürriyetine sahiptirler.
İslâm’ı, olduğundan başka gösterip bazı hakikatleri saptırmaya, Müslüman veya gayrimüslim hiç kimsenin hakkı yoktur. İslâm’ı tebliğde esas şudur: İnsanlara İslâm anlatılarak Müslüman olmaları teklif edilir. Kabul etmeyenlere, İslâm devletine cizye veya haraç vermeleri şartıyla dinlerinde kalma serbestisi verilir. Bunu da kabul etmeyenlere savaş açılır.
Peygamberimiz de böyle yaptı. Müslümanlığı kabul etmedikleri gibi, İslâm Devletine cizye vermeyi de reddeden insanlarla hem savaştı, hem de savaşılmasını emretti. Peygamberimiz Uhud ve Hendek savaşları dışında, müdafaa savaşı yapmamıştır. Seriyyeleri, Mekke’nin fethini, Tebük seferini, vs. nasıl izah edersiniz? Müslümanların asıl gayelerinden biri de dünyada barışı hâkim kılmak olduğundan, bu hedefe ulaşmada işbirliği yapmaya hazır ülkelerle barış ve nizamı sağlamak ve sürdürmek için her türlü çabayı gösterir. Bu antlaşmayı ve şartlarını karşı taraf resmen bozmadıkça, kendisi de bozmaz. (Mekke’nin Fethi’ne götüren olaylara bakınız)
Savaş ahlakı öğreten şu âyeti de unutmayın. “Size savaş açanlar, size düşmanca davrananlarla Allah yolunda, İslâm uğrunda savaşın. Haksız saldırıda bulunmayın, aşırı gitmeyin. Allah haddi tecavüz edenleri sevmez.” (2/190) Rasulüllahı devamlı surette müdafî vaziyette göstererek güya dinimizi sevdirdiğini iddia edenlere; ‘dine göre anlayış ve idrak’ mi, ‘kafaya, ideolojiye, yetişme/yetiştirilme’ye göre anlayış ve idrak mi?
Önce bu soruya cevap verilsin. Bu cereyan ta 19. Yüzyıldan itibaren, Batı dünyasına karşı Müslüman aydınlarında başlayan bir aşağılık duygusundan kaynaklanmaktadır. Bunu yapanlar, her zamanda kötü niyetli değillerdir. Onlar düşüncelerine göre bunu İslâm için yaparlar.
Niyetleri ne kadar iyi olursa olsun esastan uzaklaşma, asli unsurları ihmal veya gölgede bırakmak vebaldir. Günümüz İslâm tarihçilerinin çoğu da (maalesef) bu esaretten kurtulamamışlardır.
İki şeyi birbirine karıştırmamak lazım. Teslim olanlara, hatta feth edilen yerlerin halkına iyi davranmak ayrı şey, kılıçla tebliğin olmadığını söylemek ayrı şeydir. İslâm, yanlış anlatılınca, yanlış öğrenilir ve ortalığı ‘yanlış Müslümanlar’ kaplar. Peygamberimizin ve Kur’an-ı Kerim’in tarif ettiklerinden çok değişik Müslüman tipleri çoğalır. Kur’an-ı Kerim’i yargılayan, ‘şu âyet aklıma yatmıyor’ gibi hezeyanlar savunan, Sünneti inkâr eden, dinimizin koyduğu esasları ‘bizim modern dünyamızla bağdaşmıyor’ şeklinde onu hafife alan, bütün bu ve benzeri yaptıklarına rağmen, kendilerine ‘Müslümanım’ diyen hilkat garibesi yaratıklarla dolu bir toplum haline geldik/getirildik. Toplum, öyle bir duruma geldi ki hayat tarzına dokundurtmayıp yaşayışlarının ölçüsünü din haline getirenlerle doldu. ‘Kur’an’ın ahlak ve faziletine evet, cihadına hayır’ diyen; yaptıkları işlere/amellere (günah mı, sevap mı, helal mı haram mı, meşru mu gayri meşru mu) sorularını sordurtmayan bir topluluk. Sonuç mu?
Kitabımız Kur’an-ı Kerim’e yabancı, Peygamberimizden habersiz, Allah’a bigane bir toplum çıktı karşımıza.Onun içindir ki, sağ salim bir Müslümanlığa kavuşup, Kur’an’ın tarif ettiği bir Müslüman olmak istiyorsak, batasıca Batı ölçülerine göre değil, Kur’an’ın ölçülerine göre İslâm’ı yeniden öğrenmeye mecburuz. Bu da Müsteşrik (oryantalist) bakışıyla/yaklaşımıyla öğrenilen bir İslâm, bu düşüncenin kafasına göre bir Müslüman ortaya çıkarır ki ortalık bunlarla doludur. Bu duruma üzülenler; bunun sonuç olduğunu, ‘olanların olmaması için’ ne yapıldığı sorgulanmalı, çare bulunmalı. Bu da ancak ve ancak Peygamberimizin mücadele tarihi olan Siyer’in (İslâm Tarihinin) çok iyi bilinmesiyle mümkündür. Özümüze dönelim. İslâm’ı Kur’an-ı Kerim, Resulüllah Efendimiz, Sahabeyi Kiram ve bu izi süren Allah dostlarından öğrenelim!Peygamberimizin Medine’deki tebliğ ve İslâm Devleti kuruluş döneminde, on sene davası uğrunda kılıç salladı. Ölüm döşeğindeki son vasiyeti de ‘ordunun cihada çıkması’ idi.
Kur’an’ın tarif ettiği Müslüman olma şartı Peygamberimizin iyi tanınmasıdır.
Yaşar Değirmenci.