Yalnız Allah’a Kulsun
Bir Müslüman için günü İslam ile yaşamak ya da kulluk pazarında alışveriş yapmak, sadece belirlenmiş ibadetleri yerine getirmekten ibaret değildir. Günlük işlerini iyi bir niyetle ve İslam adabına uygun olarak yapmak, haram-helal sınırlarına dikkat etmek, insanlara imkanları ölçüsünde faydalı olmaya çalışmak, faydalı olamadığı yerde hiç değilse zarar vermemeye dikkat etmek de günü Müslümanca değerlendirmektir. Zira iyi bir niyet, adetleri ibadetleştirir. Âdetler ibadetleşsin ama ibâdetler, âdetleşmesin.
‘Zamana uyma’ propagandaları yanında, Müslümanları İslam dışı hayat tarzına zorlayıcı sosyo-ekonomik kurumların bol miktarda kurulmuş ve kurulmakta olduğu gerçeği, bu konudaki tehlikenin büyüklüğünü en açık ve en acı şekliyle gözler önüne sermektedir. Bu noktada Müslümanları iki neticeden biri beklemektedir:
* Zamanın akışında erimek ve ebedî hayatı (sonsuz sonu) kaybetmek.
* Zamanın akışına soylu bir karşı çıkışla hayatı Hakka uydurmak ve sonsuz sonu (ebedî hayatı) kazanmak.
Seküler çevreler, “yaratmak Allah’a aittir, tamam, ama yönetmek bize ait olmalı, biz işlerimizi kendimiz düzenlemeli, ‘yasalarımızı semanın emirlerine göre değil, kendi ihtiyaçlarımıza göre kendimiz belirlemeli’ ve uygulamalıyız” düşüncesindedirler.
Dindar çevreler ise, ‘ayet-i kerimede bildirilen gerçek, bütünüyle kabulümüzdür’ inancı ve duruşu içindedirler.
Ancak bu ikinci grup içinde de küçümsenmeyecek bir kesim, dinin belirlediği ilkelere ve koyduğu sınırlara uymak yerine, birtakım keyfi yorumlar ve abartılı eylemlerle kendi inanç ve duruşlarının dinin sınırları dışına taşımakta, seküler çevrelerle birleşmektedir. Bir anlamda din dışı dindarlık iddia ve uygulamasında, esasen birbirine zıt olan bu iki grup adeta paydaş hale gelmektedir. Bir başka ifade ile seküler çevreler, ‘tanrıyı kamusal alandan uzaklaştırmak, peygamberi referans almamak’ gibi düşünce ve tekliflerde kendini açık eden ‘dine rağmen kendilerince bir hayat oluşturmak ve yaşamak’ isterken, kimi dindar kişi ve çevreler de ‘dinden daha ileri dindarlık’ peşine düşmektedir. Bu ilginç çelişki ve birliktelik, netice itibariyle dinin kendi esasları çerçevesinde yaşanma şansını ortadan kaldırmakta, Peygamber Efendimiz tarafından belirlenmiş uygulama biçimleri dışında bir ‘dindarlık’ anlayışı ve gösterisinin paylaşıldığını ortaya koymaktadır. Birileri dindarlıkta birileri de dine karşı olmakta aşırı ve abartılı bir anlayış ve yaşantı paylaşmak suretiyle ‘dinde olanı, dinden olanı yaşamak’ diye vurgulanması gerekli ‘gerçek dindarlık’ çizgisinden uzaklaşmaktadırlar. Gerçek dindarlığın da; ‘Dinde olanı yaşamak’ olduğu da bilinmelidir. Bu tuhaf olgunun/algının temelinde dini bilginin ve kültürün iki temel kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i seniyyeyi yeterince dikkate almamak ve ilmilikten uzak değişik gerekçelerle reddetmek eğilimi yatmaktadır.
Müslümanların ya da ümmet-i Muhammed’in Kitap-Sünnet çizgisinde bir dini hayatı yaşaması ve sürdürmesi, onun hem hakkı hem de kimliğinin gereğidir. Mü’min Kimliği’nden de bu anlaşılmalıdır.
Müslümanlar, bir gün mevcut evrensel düzenin bozulacağına, diğer bir ifade ile Kıyamet’in kopacağına iman etmiş kimselerdir. Böyle bir inancın sahipleri, nasıl olur da günün şartlarına ‘değişmez, değiştirilemez’ diye bakabilirler ve bu büyük çelişkiyi nasıl içlerine sindirebilirler? Sabit olan değerler, vahye (Kur’an-ı Kerim’e) ve Sünnete (Peygamberimize) dayanan değerlerdir. Hayatın her döneminde vahyi önceleyen bir düşünce ve yaşantıyı benimsemek, her zaman esası yakalayabilme mutluluğunu verir. Ayrıca vahiy öncelikli anlayış, kişisel görüş ve değerlendirmelerin (rey ve kıyas) yanlışlığından ve manevi vebalinden de kurtulma şansı tanır. Bunun sonunda ise, “olgun Mü’min/iyi Müslüman” kalitesi ve erdemi yakalanmış olur. Vahiy öncelikli bir fikir/ düşünce, inanç ve amel/eylem hayatına ihtiyaç bulunduğu açıktır. Bu ihtiyaç da temennide kalmamalı, her Müslüman tarafından yaşanmalı, hangi konumda, hangi hal ve şartlarda olursa olsun, dinimizin yaşanmamasına mazeret uydurulmamalıdır. Yaşanmayan hususlarda da bir ‘nefs muhasebesi’ yapılmalı, tevbe ve istiğfara sığınmalı, dinimizi yaşama cehd ve gayreti içinde olmalıdır.
Peygamber Efendimiz: “Hiçbiriniz duyguları/his ve hevesleri benim getirdiğime uymadıkça olgun Mü’min olamaz” buyurmuştur.
Kitaplardaki değil, hayattaki haliyle Müslüman, kendini yitirmiş bir değerdir.
En büyük hastalığı, ‘dünya hayatına fazla rağbet etmek’ ‘dünyevileşme hastalığına bulaşmak’ diye özetlenebilir. Konfor, rehavet meselesinden başka hiçbir şeye yeterince önem vermiyor. Hatta ekonomik, siyasal ve mensubiyet çıkarlarını dini görevlerine ve din kardeşliğine tercih ediyor. Kimi Müslümanlar artık bir anlamda kendilerinin yokluğuna alışmışlar, bâtılda, seküler ortamda yeni bir kişilik kazanmışlardır.
Anormalleri normal görme ve karşılama eğilimini giderek daha büyük ölçüde paylaşmaktadırlar. Oysa her Müslüman, gücü yettiğince İslam esaslarını eksiksiz yaşamak ve sorumluluğu altındakilere yaşatmakla yükümlüdür. Çünkü Müslüman ‘İslam’ı yaşama’ azim, irade, gayret ve sorumluluğuna sahiptir. Bir başka ifade ile din ve dindarlık, gösteriye kaçmadan samimiyetle ve dürüstçe yaşanıp örneklendirilse kendisinden beklenen etkiyi gösterir. Buna bugün dindarlar dahil, her kesimde ve her kademede büyük ölçüde ihtiyaç bulunmaktadır.
Anlamlı ve sağlıklı bir dindarlık için başkalarının dünyacı anlayış, uygulama ve telkinlerine kapılmadan, hayatı bize bahşeden Rabbimizin emirleri, uyarıları ve “alemlere rahmet” olan örnek kul/son Resul Peygamber Efendimizin sünneti çerçevesinde yaşamak gerekmektedir.
Müslümanın Müslümanca yaşamakta kesin kararlı olması ve inançlarının kurtarıcılığına inanmasıdır. Müslüman, bu çalışmasını ikmal edemese bile, yapabildiği kadarıyla yapmalı, fakat asla bu şuur ve gayretten uzak kalmamalıdır.
Hayatın gayesi, tek kelimeyle “Allah’a kulluk”tur. Kulluk ise hayatı, Allah’ın emir ve yasaklarına dikkat edip hassasiyet göstererek yaşamaktır.
Yaşar Değirmenci