Kayıt Ol
Giriş Yap
Menu
Ana Sayfa
Forum
Yardım
Ara
Giriş Yap
Kayıt Ol
www.FaniDunya.Net |HUZURUN, DOSTLUGUN, KARDEŞLİGİN EN GENİŞ PAYLAŞIMIN TARAFSIZ, KALİTELİ, DEVAMLI HİZMETİN ADRESİ
FANİDUNYA NET GENEL
KUR'ANI KERİM
YENİ - Kur'an Günlüğü
Kur’ân Günlüğü 20 Cüz
FANİ DUNYA FORUM HABERLER
« önceki
sonraki »
Yazdır
Sayfa: [
1
]
Aşağı git
Gönderen
Konu: Kur’ân Günlüğü 20 Cüz (Okunma sayısı 81 defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
fanidunya NET
Administrator
İleti: 8153
Kur’ân Günlüğü 20 Cüz
«
:
Bugün
, 08:26:46 ÖÖ »
Kur’ân Günlüğü 20 Cüz
Allah’a kavuşmayı arzulayabilmek
“Kim Allah’a kavuşmayı arzuluyorsa, bilsin ki Allah’ın belirlediği o vakit mutlaka gelecektir” (Ankebût 29/5).
Kur’ân-ı Kerîm’in en heyecan verici âyetlerinden biridir bu mübarek âyet. Manası düşünülerek okunduğunda, adeta insanı aşkla, şevkle ve iştiyakla bambaşka bir iklime kanatlandırır. Umut ve hasretle kendisini ötelerin ötesine geçirir. Nasıl böyle olmasın ki! Ne olup bittiğini anlayamadığımız ve hiçbir zaman da anlayamayacağımız muammadan ibaret bir hayatın içindeyiz. Bir yerlerden geldik; ama nereden? Bir yerlere gidiyoruz; ama nereye? Bir bilinmezlik girdabının içindeyiz. Ve hepimizi bekleyen bir gerçeklik var: Bir gün mutlaka öleceğiz. Peki ya sonrası? Ne ölümün ötesine geçenlerden tek bir haber var ne de akıl bu konuda en ufak bir karar verebiliyor. Geriye bir tek, madde duvarının ardını gördüğünü söyleyen ulu kişilere, yani peygamberlere inanmak kalıyor. Açıyorsunuz son kutlu elçiye gönderilen mesajı ve okuyorsunuz bu âyeti. Ölümü bir vuslat tadında tecrübe etmeyi hayal ediyorsunuz.
Ötelerden, çok ötelerden, madde duvarının, zâhir perdesinin ardından lâhûtî bir sesin içinizi kapladığını hissediyorsunuz: “Gel ey kulum! Ben buradayım!
Ölüm yokluk değil; Bana kavuşmaktır. Faniliğinden kurtulup Benim bekâma gark olarak sonsuza dek Bâkî ismimin mazharı olmaktır. Beni sev; Bana kavuşmayı arzula. Gör ki ne muazzam nimetlerle ne güzel bir karşılama ile karşılayacağım seni!” Bunu duyunca ne sır perdesi kalıyor ne madde duvarı; ne muamma kalıyor ne meçhul; ne dünya telaşı ne ukbâ endişesi; ne varlık yükü ne yokluk korkusu… Yalnızca tüm acziyetin ve faniliğin ile sen ve tüm azameti ve merhametiyle O… Ölüm yolculuğuna çıkmaya hazırlanırken korkmuyorsun hiçbir şeyden. Ölüm yolculuğu, bir korku ve endişe değil, umut yolculuğuna ve Sonsuz’un sonsuzluğunda erime özlemine dönüşüyor. Çünkü O çağırıyor seni. “Bana kavuşmayı arzula!” diyor ya; “Demek ki ölüm ve sonrası, arzulanacak bir şeymiş.” diyorsun; “Kavuşmakmış O’na, çözmekmiş tüm soruları, aşmakmış bütün sorunları, ermekmiş cümle sırlara.” Ve ölüm anını hayal ediyorsun… “İşte Rabbim! Bir ömür boyu hayaliyle yaşadığım an bu andı!” diyebilmeyi; “Sana kavuşmaktı tüm derdim! İşte; kusurlarımla, hatalarımla; ama tereddütsüz bir imanla ve derin bir muhabbetle Senin huzurundayım! Göster cemâlini ey Yâr! Nicedir Senin özlemini ve hasretini çekmekteydim” diye nazlanıp niyazlanmayı… Aklına şöyle bir soru geliyor: “Acaba ben O’na kavuşmayı arzuladığım gibi O da bana kavuşmayı arzuluyor mudur?” İnsanlık güzelinin o kutlu sözü imdadına yetişiyor: “Kim Allah’a kavuşmayı isterse Allah da ona kavuşmayı ister” (Buhârî). Ve “O onları sever; onlar da O’nu severler.”
meâlindeki âyeti hatırlayıp “Hani önce O bir kulunu severdi; bunun üzerine kul O’nu severdi; kulun O’na muhabbeti, O’nun kuluna olan muhabbetinin eseri ve yansımasıydı ya” diyorsun; “Demek ki benim O’na kavuşmayı arzulamam, O’nun bana kavuşmak istemesinin bir yansımasıymış.” diye heyecandan uçuyorsun… Ve sonra… Hiçbir şey düşünemiyorsun. İçini derin bir sonsuzluk hissi kaplıyor. Ne varlık kalıyor ne yokluk; ne geçmiş ne gelecek; ne sen ne de ben. Yalnızca O; yalnızca O…
Sonra kendine geliyorsun ve “Hâlâ buradayım; henüz madde perdesi kalkmamış, hakiki kavuşma gerçekleşmemiş. Hissettiklerim yalnızca hayalmiş” diyorsun ve şu soruyu soruyorsun: “Peki, ölümü o Yüce Sevgili’ye, o Mahbûb-u Ezelî’ye vuslat tadında yaşayabilmek ve O’nun huzuruna vardığımda yüzümün kara çıkmaması için ne yapmalıyım?” Şu meâldeki âyeti hatırlıyorsun: “Kim Allah’a kavuşmayı arzuluyorsa, salih amel işlesin ve Rabbine kulluk hususunda hiçbir şeyi O’na ortak koşmasın” (Kehf 18/110). “O hâlde” diyorsun; “Haydi salih amel işlemeye! Haydi bir iyilik yapmaya, bir insanın yüzünü güldürmeye! Haydi daha çok namaz kılmaya, daha fazla Kur’ân okumaya, daha bol zikir yapmaya! Ve aman dikkat!” diyorsun; “Aman dikkat et! İmanına en ufak bir şüphe, kulluğuna en küçük bir şirk lekesi dahi bulaştırma! O’nun huzuruna tevhitten milim sapmamış, kulluğunu riyaya bulaştırmamış bir şekilde varmanın gayreti içinde ol!”
Sonra da bu manevî tecrübeyi yaşayarak dünyadayken “huzur ve marifet cenneti”ne girmiş biri olarak, Yasin Suresi’nde cennete girip nimetleri gördükten sonra kavmi için hayıflanan kişi gibi “Rabbimin bana ne muazzam ihsanlarda bulunduğunu, ne güzel nimetler bahşettiğini, nasıl bir merhamet deryasına attığını keşke kavmim de bilseydi!” diyor ve tüm insanlık için dua ediyorsun.
Hayali bile bu kadar güzel olan bir şeyi yaşamak kim bilir ne kadar güzeldir! Bu hisleri yaşayabilen bir insandan daha mutlusu ve umutlusu, daha zengini ve müstağnisi olabilir mi? Yaratıcısına böyle yakınlaşamayan, Hikmetli Kitab’a ilgisiz kalan, Habib-i Kibriyâ’ya (sav) itaat ve muhabbet etme şerefinden nasiplenemeyen ve nihayetinde bu hisleri yaşamaktan mahrum kalan bir insan, neleri kaçırdığının farkında mı?
“Rabbime hicret ediyorum!” diyebilmek
“Bunun üzerine Lût ona iman etti. (İbrahim) “Artık ben Rabbime hicret ediyorum. Şüphesiz O Azîz’dir, Hakîm’dir.” dedi” (Ankebût 29/26).
Kavmi, Hz. İbrahim’i (as) yakmak için ateşe atmışlardı. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın izniyle ateş onu yakmadı. Bu mucizeyi görenler arasında Hz. İbrahim’in yeğeni Hz. Lût da vardı. Bu büyük mucize karşısında amcası İbrahim’in gerçek bir peygamber olduğuna inandı. Sonra da Hz. İbrahim, ona “Artık ben Rabbime hicret ediyorum.” dedi ve o diyardan hicret etti. Hz. İbrahim’in buradaki sözü pek dakiktir. “Rabbimin emrettiği yere” dememiş “Rabbime” demiştir. İbn Acîbe’nin de işaret ettiği gibi “hicret” iki türlüdür. Biri bedenî diğeri manevî. Bedenî hicret, kişinin din ve vicdan özgürlüğü olmayan bir yeri terk edip dinini özgürce yaşayabileceği bir yere göç etmesidir. Manevî hicret ise, kalbin günahlardan tövbeye, gafletten uyanışa, tamahkârlıktan zühd ve kanaate, haz ve şehvetlerden iffete ve (hazların tutsaklığından) hürriyete, dünya telaşıyla meşguliyetten Allah ile baş başa kalmaya, yalnızca maddeyi görmekten manayı görmeye hicret etmesidir. Hz. İbrahim bu sözüyle, her iki hicreti de kastetmiştir; aynı zamanda “Benim hicretim, bir beldeden bir beldeye değil, hakikatte Rabbimedir.”
demek istemiştir. Manevî hicrete hepimizin ihtiyacı var. Dünyanın telaşesi bitmiyor; lâkin ömür bitiyor. O hâlde zaman zaman yavaşlayıp “Vakit, hicret vakti! Ben dünyaya fazla daldım; artık Rabbime hicret etmeliyim.” diyerek, Rabbimizle baş başa kalmaya çalışmalı, hayat yolculuğumuzun ve kalp pusulamızın her daim O’nun rızası istikametinde olması gerektiğini hatırlamalı.
Ne mutlu! “Ben Rabbime hicret ediyorum.” diyebilenlere.
Mahmut Ay.
İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol
veya
Giriş Yap
Kayıtlı
Yazdır
Sayfa: [
1
]
Yukarı git
« önceki
sonraki »
www.FaniDunya.Net |HUZURUN, DOSTLUGUN, KARDEŞLİGİN EN GENİŞ PAYLAŞIMIN TARAFSIZ, KALİTELİ, DEVAMLI HİZMETİN ADRESİ
FANİDUNYA NET GENEL
KUR'ANI KERİM
YENİ - Kur'an Günlüğü
Kur’ân Günlüğü 20 Cüz