* FANİ DUNYA FORUM HABERLER

Gönderen Konu: Kur’ân Günlüğü 22 Cüz  (Okunma sayısı 77 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 8176
Kur’ân Günlüğü 22 Cüz
« : Dün, 07:27:54 ÖÖ »


Kur’ân Günlüğü  22  Cüz

Allah ve melekleri müminlere de salât ederler. Öyleyse Efendimiz’e (sav) salât etmek ne demektir?

“Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için O ve melekleri size salât eder. O, müminlere karşı pek merhametlidir” (Ahzâb 33/43).

Şu meâldeki âyet-i kerimeyi hepimiz biliyoruzdur: “Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyet ile teslim olun!” (Ahzâb 33/56). Bu âyette geçen “salât etmek” fiili, çoğu zaman zihin karışıklığına sebep olmakta, “Allah ve melekleri Hz. Peygamber’e salât u selâm ederler/okurlar.” şeklinde meâllere yanlış yansıtılmakta, çeşitli sohbet ve vaazlarda sanki Cenâb-ı Hak ve melekler Hz. Peygamber’e (sav) salavât okuyorlarmış gibi tuhaf tercümelere ve anlatımlara konu olmaktadır. Eğer 56. âyete “salavât okumak” anlamı verilecekse 43. âyete de bu mana verilip “Allah ve melekleri tüm müminlere salavât okumaktadırlar.” demek gerekecektir ki bunun abesliği açıktır. Bazıları da âyetteki “salat” kelimesine “destek vermek, üzerinde titremek, dik tutmak” gibi ilginç ve fantastik manalar bulup bu âyetin Efendimiz’e (sav) salavât okumayla bir alakası olmadığını iddia etmektedirler. Meseleyi çok özet olarak şöyle arz edebiliriz: “Salât” kelimesi anlam itibarıyla çok kapsamlı bir kelime olup Kur’ân’da kullar için kullanıldığında genel anlamıyla “kulluk, dindarlık ve dua”; özel anlamıyla da “namaz” manalarına gelir. Allah Teâlâ’ya isnat edildiğinde ise rahmet, inâyet, feyiz ve bereket anlamlarını çağrıştırır. Kula isnat edildiğinde, Rabbi karşısında bir kul olarak yapması gereken kulluk vazifelerini ifade eder. Allah’a isnat edildiğinde ise O’nun kuluna karşı Rab olarak yaptığı ihsanları, ikramları ve cömertliği ifade eder. Mesela “Rablerinin salavâtı ve rahmeti onların üzerindedir.” meâlindeki âyette geçen “salavât” kelimesi, bağışlama, yardım, feyiz ve bereketin tamamını ifade edecek şekilde kapsamlıdır.

Bazı meâllerde “yusallûne alâ” fiiline verilen “destek olma ve yardım etme” anlamı da pek uygun düşmemektedir. Zira “Onlardan (münafıklardan) ölen hiçbir kimse için dua etme/cenaze namazını kılma.” (Tevbe 9/84) meâlindeki âyette de “lâ tusalli alâ (ona salât etme!)” fiili geçmektedir. Ahzâb Suresi’ndeki bu iki âyette geçen “yusallûne alâ”ya “destek verme” manası veren meâllerin hiçbirisi o âyette geçen aynı ifadeyi “Destek verme!” şeklinde çevirmemiştir.

56. âyette kullanılan ifadelerin aynısı yukarıda meâlini verdiğimiz 43. âyette de kullanılmaktadır. Yani Cenâb-ı Hak ve melekler, Resûl-i Ekrem’e (sav) yaptıkları salâtın aynısını veya benzerini müminler için de yapmaktadırlar. Şu hâlde Ahzâb Suresi’ndeki bu iki âyette geçen “yusallûne alâ (Allah ve melekleri salât ederler)” ifadesi, hem Hz. Peygamber (sav) hem de müminler için kullanıldığına göre, bu ifadeyi ikisi için de aynı manaya gelecek şekilde anlamak ve aynı şekilde çevirmek daha isabetli olacaktır. Mesela her iki âyet için de şöyle bir meâl verilebilir: “Allah size rahmet ve inâyetini, feyiz ve bereketini yağdırır, melekleri de sizin mübarek kılınmanız için dua ederler”, “Allah; Peygamber’ine rahmet ve inâyetini, feyiz ve bereketini yağdırır; melekleri de Peygamber’in mübarek kılınması için dua ederler. Ey müminler siz de o Peygamber üzerindeki rahmet ve inayetin, feyiz ve bereketin ziyadeleşmesi için dua edin.”

Öte yandan, 56. âyetin sonundaki “Ve sellimû teslîmen” ifadesi de tefsir kitaplarında ve Türkçe meâllerde genellikle “Peygamber’e güzel bir şekilde selâm verin!” şeklinde anlaşılmış ve tercüme edilmiştir. Oysaki Arapça’da “selleme” fiili “alâ” harf-i ceri ile birlikte kullanıldığında “selâm vermek” anlamına; yalın olarak kullanıldığında ise “teslim etmek, teslim olmak ve selâmete çıkarmak” anlamlarına gelir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “selâm vermek” anlamında kullanıldığı iki âyette de “alâ” harf-i ceri ile birlikte zikredilmiştir (Bk. Nur 24/27 ve 61). Yalın olarak kullanıldığı yerlerde ise “teslim etmek, teslim olmak ve selâmete çıkarmak” anlamındadır (Sırasıyla bk. Bakara 2/233, Nisâ 4/65, Enfâl 8/43). Dolayısıyla 56. âyetin sonundaki cümleyi “ve tam bir teslimiyet ile teslim olun!” şeklinde anlamak ve çevirmek gerekir.

56. âyette geçen “Peygamber’e salât edin” ifadesi, bizim okuduğumuz salavât-ı şerîfeleri de kapsayacak şekilde geniş bir manaya sahiptir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle O’na salavât getirmek, tecdid-i biattır; O’na olan biatımızı tazelemektir. Bu şuurla okunduğunda ona salât edilmiş olur. Yoksa mücerred kelime telaffuzuyla (belki bunun da faydası olabilir; ama) âyette bahsedilen salât yerine getirilmiş olmaz. Zira devamındaki “ona tam bir teslimiyet ile teslim olun.” ifadesi ona yapılacak salâtın mahiyet ve gayesini açıklamaktadır. Allahu a’lem.

Ahirete inanmayan dünyada da azaptadır

“Bilâkis, asıl ahirete inanmayanlar azaptadırlar ve derin bir sapkınlık içindedirler” (Sebe 34/8).

Âyet-i kerimede, Efendimiz’in (sav) davetine alay ile karşılık verenler söz konusu edilmekte ve ahirete inanmayanların aslında azapta ve sapkınlık içinde oldukları bildirilmektedir. Buradaki “azap” kelimesinin, bu tür kimselerin dünyada yaşadıkları azaba işaret ettiği anlaşılmaktadır.

Zira onların içinde bulundukları durum tasvir edilirken, önce azapta oldukları, sonra da derin bir sapkınlık içinde bulundukları ifade edilmiştir. Onların sapkınlıkları bu dünyada olduğuna göre burada zikredilen azap da bu dünyada yaşadıkları azaba atıf olsa gerektir. “Azab” kelimesi “mahrum kalmak” anlamına gelir. Ahirete inanmayan kişi, imanın verdiği huzur ve güven hissinden mahrum kaldığı için azaptadır. Demek ki imansız kişinin azabı, daha dünyadayken başlamaktadır.

Hesap Günü’nde şefaate mazhar olma kararının verilmesini heyecanla bekleyiş

“Allah katında, O’nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Sonunda kalplerinden korku giderilince, “Rabbiniz ne buyurdu?” diye merakla sorarlar. Onlar da şu cevabı verirler: “Hak olanı buyurdu. O çok yücedir, pek uludur.” (Sebe 34/8).

Bu âyet-i kerimede kalplerinden korkunun giderileceği kişilerin kim olduğu ve bahsi geçen konuşmanın hangi durumda kimler arasında geçeceğine dair çeşitli yorumlar yapılmıştır. Biz, Taberî’nin de tercih ettiği şu yorumun daha isabetli olduğunu düşünüyoruz: Âyet, şefaat meselesiyle başlamıştır ve asıl konusu şefaattir. Önce Allah’ın izin verdikleri dışında kimsenin şefaat yetkisinin olmadığı vurgulanmıştır. Ardından da Hesap Günü’nde günahkâr müminlerin, Allah’ın şefaat yetkisini kendilerine verebileceği kimselerden ve meleklerden, Allah’ın kendilerine şefaat izni verme ânını heyecanla bekledikleri anlatılmaktadır. Onlar “Acaba bana da şefaat etmelerine izin çıkar mı?” diye endişeli bir bekleyiş içindedirler. Sonrasında, şefaat edecek insanlar ya da melekler “Evet, nihayet Rabbimizden izin çıktı. Artık size şefaat edebiliriz.” diyecekler ve böylece günahkâr müminler, şefaate nâil olacaklardır. Önceki bir yazımızda “şefaat”in, Allah Teâlâ’nın bağışlama belgesi/diploması mahiyetindeki ödülünü O’nun nezdinde makbul olan kullardan birinin elinden alma manasına geldiğini söylemiştik. Yani bağışlayan her hâlükârda Erhamürrâhimîn olan Rabbimizdir. Rabbimizden biz günahkâr mümin kullarını, Efendimiz’in (sav) şefaatine mazhar kılmasını tazarru ve niyaz ederiz.

“Sen kabirdekilere işittiremezsin” ne demektir?

“Görenle görmeyen bir olmaz elbet. Karanlıklarla aydınlık, gölgeyle sıcak ve dirilerle ölüler de bir olmaz. Allah, dilediğine işittirir; ama sen, kabirde olanlara sesini işittiremezsin ki. Sen, ancak bir uyarıcısın” (Fâtır 35/19-23).

Bu âyetlerde geçen “Sen, kabirde olanlara sesini işittiremezsin.” ifadesi, bazı kimseler tarafından ölülerin dünyada yaşayanlarla irtibatının tamamen kesildiği, dolayısıyla onların ardından yapılan duaların, okunan Kur’an’ın onların ruhlarına gitmeyeceği, kabir ziyaretlerinde ölülere hitaben yapılan konuşmaları onların duyamayacağı şeklinde anlaşılmaktadır. Hâlbuki âyetten böyle bir anlam çıkarmanın, âyetin metinsel bağlamıyla alakası yoktur. Zira gayet açık bir şekilde fark edilip anlaşılacağı üzere bu âyetlerde mecazî bir dil kullanılmıştır. Âyetlerin konusu, Hz. Peygamber’in (sav) tebliği karşısında mümin ile kâfirin durumunu betimlemektir. Gören kişi mümine, görmeyen kişi kâfire; karanlıklar küfre, aydınlık imana; ölü kimse aklî ve kalbî melekeleri ölü olan inkârcıya, diri kimse ise aklî ve kalbî melekeleri diri olan mümine benzetilmiştir. Şu hâlde “Sen, kabirde olanlara sesini işittiremezsin.” ifadesi, mecazen “Sen, aklî ve kalbî melekeleri iyice körelmiş kâfirlere hakikati ne kadar anlatsan da duyamazlar.” anlamında kullanılmıştır.

Mahmut Ay.

İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap