Ahireti Daima Gözümüzün Önüne Getirelim
Allah-u Zülcelâl bir ayet- kerimede şöyle buyuruyor:
“Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza hidayet edeceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebut, 69)
Yani Allah-u Zülcelâl diyor ki, “Öyle kimseler ki, onlar bizim için nefisleriyle mücahede ederler. İşte o kimseleri biz kendi yolumuza hidayet edeceğiz.”
Burada Allah azze ve celle bize diyor ki:
“ Ben sizin Rabbinizim, siz benim kulumsunuz. Ben size muhtaç değilim, siz Bana muhtaçsınız. Nefislerinizle Benim için cihad edin, ben de size yolumu hediye edeyim, hidayet yolumu size nasip edeyim.”
Burada anlaşılıyor ki her kul kendini Allah-u Zülcelâl’e muhtaç bir kul olarak görecek.
“Ben kulum Ya Rabbi! Ben sana muhtacım! Sen benim Rabbimsin. Sen kimseye muhtaç değilsin. Herkes sana muhtaçtır,” diye, bu şekilde yalvararak kendini Allah'a muhtaç görmesi lazımdır.
Bu dünyada daima dünya manzarası bizim gözümüzün önünde olduğu için kalp ona kayıyor. Ashab-ı kiramlar gibi kalbimizi tamamen Allah'ın ayetlerine teslim etmemiz gerekir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir gün Haris bin Malik el-Ensari ile karşılaştı. Ona dedi ki:
“Nasıl sabahladın ey Haris?”
Haris bin Malik dedi ki:
“Ya Rasulullah gerçekten müminim.”
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem dedi ki:
“Her şeyin bir hakikati vardır, senin sözünün hakikati nedir?”
Şöyle cevap verdi:
“Ya Rasulullah. Geceleri uykusuz, sıcak gündüzleri susuz geçiriyorum. Sanki Rabbimin hesap için kurulmuş arşına bakıyor gibiyim. Sanki cennet ehlinin cennette bir birini ziyaret etmelerini izliyor gibiyim. Sanki cehennemliklerin de adeta dağlar gibi, ateşin içinde, kaynar su içindeki et parçaları gibi yuvarlandıklarını görüyor gibiyim.”
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem dedi ki:
“Kim Allah’ın kalbini nurlandırdığı bir kul görmek isterse Haris’e baksın. Basiret sahibi olmuşsun, bu halinde sebat et!”
Demek ki ahireti böyle hatırlamak lazımdır. Allah-u Zülcelâl’in ne kadar kudret sahibi olduğunu hatırlamak lazımdır.
Allah-u Zülcelâl Çok Büyüktür
Hz. Musa aleyhisselam, ulul azim Peygamberlerdendir. Allah-u Zülcelâl yüz yirmi dört bin Peygamber göndermiştir. Bunlardan beşi ulu’l azim yani en büyük Peygamberlerdendir. Hz. Muhammed aleyhisselam, Hz. Nuh aleyhisselam, Hz. İbrahim aleyhisselam, Hz. Musa aleyhisselam, Hz. İsa aleyhisselam. İşte bunlar ulu’l azim Peygamberlerdir.
Öyle olduğu halde, nebi Musa aleyhisselam demiş ki:
“Ya Rabbi seni görmek istiyorum.”
Allah-u Zülcelâl ona:
“Beni göremezsin Ya Musa!”
“Ya Rabbi görmek istiyorum,”
“O zaman dağa bak!”
Hz. Musa aleyhisselam dağa bir bakmış. O sırada Allah-u Zülcelâl dağa, bizim idrak edemeyeceğimiz bir surette, sanki nurunun milyonda, milyonda biri ile tecellide bulundu. Dağ adeta paramparça oldu.
Hz. Musa aleyhisselam bu tecelliyi görünce sanki can vermekte olan bir kuş gibi çırpınmaya başladı, düşüp bayıldı. Ayıldığı vakit de, “Subhâneke tubtu ileyke ve ene evvelul mu’minîn,” buyurdu.
“Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.” (Araf, 143)
Yani demek istiyorum ki, işte Allah-u Zülcelâl öyle büyüktür. İşte onun için Allah-u Zülcelâl’e yalvaralım, ondan isteyelim. Bahusus, hidayetimizi isteyelim. Çünkü hidayet bize çok çok lazım olacak.
Ona yalvaralım, ondan isteyelim. Her şeyden önce Onun rızası bize çok lazım olacak. Dünyadaki her şey senin olsa, ama yolun Allah'ın rızasına götüren yol değilse, o hiçbir işe yaramaz. Sadece Allah'ın rızasına ulaştıran yoldur asıl istemeye değer olan.
Ne Zaman Kar Yağsa…
Rabia tül Adeviyye rahmetullahi aleyh şöyle demiştir:
“Ben ne zaman ezan sesi duysam, kıyamet gününün ilan edilişini duyar gibi olurum.
Ne zaman kar yağdığını görsem, amel defterlerinin mahşer günü herkesin önüne geleceği, insanların, “Acaba sağ elime mi gelecek, sol elime mi gelecek” diye endişelendiği zamanı hatırlarım.
Ne zaman sıcakla karşılaşsam, mahşerin sıcaklığını ve hesap gününün hararetini hatırıma getirip erimeye başlarım.”
İşte böyle olmamız lazım. Daima ahireti gözümüzün önüne getirmemiz lazım.
Eğer biz de Hars bin Malik gibi, ahireti gözümüzün önüne getirmezsek imanımız noksan demektir. Bizim de daima ahireti böyle düşünmemiz lazım.
Maruf Kerhi rahmetullahi aleyh diyor ki:
"Kim bir hayır yapayım diye niyet ederse, Allah Teâlâ da ona hayrı dilerse ona amel kapısını açar, cedel kapısını kapatır. Bir kimsenin de şerrini murad ettiği zaman amel kapısını kapatır, cedel kapısını açar."
Bu ne demektir?
Bir kişiyi Allah-u Zülcelâl seviyorsa, ona hayır vermek istiyorsa ona hayırlı ameller yapmayı nasip eder; insanlarla mücadele etmekten, insanların hatalarıyla meşgul olmaktan onu uzaklaştırır. Bila teşbih, nasıl ki mesela koyunlar, bir taraftan kesiliyor ama bir taraftan da yerine yenileri doğuyor, yine o kadar koyun sürüleri olmuyor mu? Hatta çoğalıyorlar. Hayırlar da böyle doğum yapıp çoğalan hayvanlar gibi çoğalıyorlar.
İnsan bir hayır yaparsa o hayır bir başka hayır getirir. Bir başka hayır yaparsa o da öbür hayrı getirir. Böylece Allah sana bir sürü hayır nasip eder.
Günahlar da aynen öyledir. Kişi bir günah işlerse o başka günahları getirir. Böylece insan günahlar içinde boğulur gider.
Gider diyorum ama, bu dünyanın gitmesi gibi olsaydı, hay hay… Dünyada insan boğulsa, ölüp gider. Dünyanın eziyeti ise, azabı ise, kişi kanser olmuşsa, geçicidir. Ölünce bitecek. Ama ahiretinki devamlıdır. Nimeti ve menfaati de devamlıdır. O mühim işte.
Dünyada en kuvvetli insan, kendi nefsinin hakkından gelen kişidir. Kim kendi nefsine hakim olursa yeryüzünde en büyük pehlivan odur. En kuvvetli insan odur. Çünkü o kendi nefsiyle mücadele ediyor, Rabbini razı ediyor, ebed’ul ebed olan ahiret hayatını temin ediyor. Onun için de yine Allah'tan yardım isteyelim.
Kişi kendi nefsini temin etmekten aciz ise başkasının terbiyesini nasıl yapacak ki? Bir kişi arkadaşlarını hayra davet etmesi için önce kendi nefsini düzeltmesi lazımdır.
Bir insan kendisi günah yapıyorsa başkasına derse ki “kumar oynama, günah işleme,” kim inanır ona?
“Namaz kıl,” dese ama kendisi kılmasa o kişi ne diyecek ona?
Onun için evvela kendi nefsimizi düzeltelim, sonra başka insanlara da sebep oluruz, Allah'ın rızasını kazanmış oluruz inşallah.
Şunu iyi bilelim ki, kim kendi kusurlarına karşı kör olarak ölürse, onları görmez de daima başka insanların kusurlarını görürse onun hali istidracdır.
İstidraç ne demektir? İstidrac, itikadı bozuk kişilerden hasıl olan harikulade hal demektir.
Kişinin iyi bir hali varsa, hatta ondan kerametler sadır oluyorsa ama itikadı, ameli, ahlakı İslam’a uymuyorsa onun hali keramet değil istidractır. İsterse havada uçsun, kuş da uçuyor havada. Başkasının haliyle meşgul olup kendini düzeltmeyen kişi, güzel rüyalar görse, fevkalade haller yaşasa ona aldanmasın. O hallere güvenmesin.
Onun için elimizden geldiği kadar Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiylerine uyacağız, Peygamber aleyhisselatu vesselamın mutabaatını yapacağız, ondan sonra mümin kardeşlerimizi de o yola davet edeceğiz.
Elhamdülillah, ben gıpta ediyorum, hepiniz gelmişsiniz buraya, sohbet dinlemeye. Hiçbiriniz de bir ticaret için, bir dünyalık menfaat için gelmemişsiniz. Sadece Allah rızası için gelmişsiniz. Hatta ben diyorum, “Allahım beni de onların hayrından mahrum etme!”
Çünkü çok mühimdir, sırf Allah için yapılan hiçbir amel boşa gitmez. Bakarsın bir kişi, yerden bir taş alıp yolun kenarına koyar da Allah ondan razı olur. Siz de zaman ayırıyorsunuz, masraf yapıyorsunuz, bunlar boşa gider mi? Mümkün değil.
Bir insana yardımcı olsan, o kul olduğu halde, buna memnun oluyor, sana bir iyilik yapmak istiyor. Allah'ın rızası için bir amel yaparsa, Allah'ın rızası hiçbir şeye benzemez. Sen onun kulluğunu yaptığın zaman, o senden razı oldu mu, O isterse dünyayı değiştirebiliyor. Allah öyle büyüktür.
Hani dedim ya, dağa tecelli ettiği zaman, o dağ iğnenin deliğinden geçecek kadar ufalandı ve Musa aleyhisselam düşüp bayıldı. İşte böyle yüce bir Allah'a kul olmak, Onun emrettiklerini yapmak, ona feda olmak layık değil mi? Hiç olmazsa hasret çekelim, üzülelim, “Niye ben daima Allah'ın rızasına sebep olacak amel-i salih yapamıyorum,” diyerek mahzun olalım. Tevbe edelim. Allah için olan amellerimizi çoğaltalım inşallah.
Başka mümin kardeşlerimize de anlatalım bunu. Din yabancı olmuş yabancı. Davut aleyhisselam diyor ki,
“Ya Rabbi, bir zikir halkasının yanından geçip gidersem, onlarla oturup zikretmezsem ayağımı kır,” demiştir. İşte biz de böyle Allah için yapılan amelleri yapmazsak böyle mahzun olalım.
Hayır, Hayır Getirir
Cüneyd-i Bağdadi kaddesallahu sırrahu şöyle demiştir,
“ Eğer Allah bir kulunun kalbine güzel niyet açarsa, onun kalbine yetmiş hayır kapısı açmış olur,” diyor.
Yani “Ben Allah için bu iyiliği yapacağım,” diye niyet ederse kalbi öyle ıslah olur ki, yetmiş hayır kapısı açılır onun için. Bunun için daima “Ben bu hayrı yapacağım, belki Allah'ın rızasını bununla kazanırım, bir zikir yapayım, bir Kur'an-ı Kerim okuyayım, bir insana yardım edeyim, bir insana tevbeyi anlatayım,” diye daima hayırlara rağbet etmelidir. Böyle aklına gelen hayırlardan ne yaparsan birinden biri için Allah senden razı olacaktır inşallah.
Yine Cüneyd-i Bağdadi şöyle diyor:
“…kim de kalbinde kötü bir iş yapmak için bir niyet beslerse Allah-u Zülcelâl onun kalbine yetmiş günah kapısı açar.”
Dedim ya, sevap sevabı getiriyor, günah da günahı getiriyor. Öyleyse biz daima sevaplara niyet edelim, Allah-u Zülcelâl de bize nasip edecektir, inşallah.
Kişi daima müslüman olarak, salih kimselerin menkıbeleriyle meşgul olursa, kalbi münevver olacak ve daima kalbi salih amellere niyet edecek.
Ahiret gününde kalbi nurlanmış olan kişiler, kendi imanının nuruyla yürüyecek. Kafirler, münafıklar, fasıklar kendi kalbleri nurlu olmadığı için müminlere, “Dur, ben de senin kalbinin nuruyla yürüyeyim,” diyecek.
Bu dünyada zengin olup rahat etmeyi arzu ediyorsak, hem de fani olduğunu bildiğimiz halde bunu istiyorsak ahirette rahat etmeyi çok daha fazla istemeliyiz. Çünkü ahiret ebedi olduğuna göre onu daha çok düşünmeliyiz.
İbrahim Edhem kaddesallahu sırrahu diyor ki;
“Kıyamet gününde mizanda en ağır gelen sevaplar, nefse ağır gelen amellerdir.”
Bu böyledir. Dünyada ameli olmayanın ahirette ecri yoktur. Eğer Allah için bir amel yapmamışsan orada fakirsin, müflissin.
“Allah'tan Utanırım”
Eski insanlar sanki melek gibiydiler. Bir gün bir adam testisini gölgeye koymuştu. Eski zamanda buzdolabı yoktu. Su biraz serin olsun diye gölgeye koyuyorlardı. Adam testiyi koyduğu zaman güneş öte yandaydı, orası gölgeydi. Ama sonra güneş yükseldi, yönü değişti, önce gölge olan yere güneş geldi.
Adam ibadet yapıyordu ve o adama dediler ki,
“Görmüyor musun, testinin olduğu yere güneş geldi. Onu alıp gölge olan tarafa götürsene,”
O adam dedi ki,
“Biliyorum, ama nefsim için gidip testiyi gölgeye götürmeye Allah'tan haya ediyorum.”
Acıyorum kendime, ben böyle kimseleri duyduğum zaman utanıyorum. Bakın, nefsi için, serin su içmek için testiyi gölgeye götürmeye utanıyor. Çünkü kalbine onun niyetini koymuş oluyor.
Allah bizi onların hayrından mahrum etmesin. Bize kendi fazlından o halleri versin inşallah. Biz de onlar gibi olmak için mahzun olalım, “Keşke biz de onlar gibi olsak, ashab-ı kiram gibi olsak,” diyelim.
Abdullah bin Cahş radıyallahü anh, ilk iman edenlerdendi, Hz. Hatice annemizin erkek kardeşiydi. Uhud harbine giderken Sad bin Ebi Vakkas radıyallahu anhı bir kenara çekti:
“Ya Sad! Sana bir şey diyeceğim. Sen dua et, ben “Amin” diyeyim. Sonra ben dua edeyim, sen “Amin” de, olur mu?
Sa’d bin Ebi Vakkas kabul etti. Önce Hz. Sad dua etti:
“Ya Rabbi! Bana kuvvet ver, en zorlu kâfirleri öldüreyim. Sonra gazi olarak geri döneyim.”
Hz. Abdullah
“Amin!” dedi ve sonra kendisi el kaldırdı:
“Ya ilahi! En zorlu kâfirleri öldüreyim, sonra şehit olayım. Kâfirler burnumu, kulağımı ve dudaklarımı kessinler. Bu halde huzuruna varayım. Sen bana; “Ya Abdullah, burnunu, kulağını ne yaptın?” diye sorduğunda, “Ya Rabbi, onlarla çok günahlar işledim. Onun için huzuruna getirmeye utandım” diyeyim.”
Böyle bir duaya “Amin,” demeye dili varmadı önce ama söz vermişti. Mecburen “Amin,” dedi. Sonra savaştılar. Ve Abdullah bin Cahş’ın kılıcı kırılıncaya kadar savaştı. Hemen koştu Resulullah sallallahu aleyhi veselleme. Resulallah Efendimiz ona bir hurma dalı uzattılar:
“Al, bununla savaş!”
O dal, kılıç oldu anında. Yine düşman içine daldı. Savaşırken bir yara aldı, kanlar içinde yere yıkıldı. Kâfirler koştular aynen dediği gibi burnunu, kulağını kestiler.
İşte onlarda böyle bir Allah aşkı vardı. Cennet onlara helal olsun. Biz de onlar gibi olmak için mahzun olalım.
Hulasa olarak bir kulun Allah için yapacağı en büyük amel, nefsini feda etmektir. Eğer yapamıyorsak hiç değilse, ne yaparsak Allah'a ibadete kuvvet kazanmak niyetiyle yapalım.
Yemek yiyorsak, “Allah'ım, senin ibadetine kuvvet kazanmak için yiyorum,” uyurken, “Allahım dinlenip senin ibadetini yapmak için uyuyorum,” diye daima Allah'ın rızasını kazanmaya niyet edelim. Her işimizi böyle Allah'a çevirelim, niyetimiz keyf-ü sefa, nefsimizi beslemek olmasın.
Allah-u Zülcelâl bize bizim amelimize göre değil, kendi fazlıyla muamele etsin. Biraz önce örnekler söyledik, işte onlar böyleydi. Biz nerede, onlar nerede… Ama elimizden geldiği kadar gayret edelim sonra, Allah'a yalvaralım, “Ya Rabbi, senin fazlını istiyorum,” diyelim.
Şunu da unutmayalım, tevbe kurtuluştur, tevbe olmasaydı Peygamberlerden başka kimse cennete giremezdi. İşte bunu insanlara anlatalım. Onlar da gaflet uykusundan uyansınlar.
Allah-u Zülcelâl bizi kendi nefsimize teslim etmesin, o nefsimizi hayırlarda kullansın inşallah.
Seyda Muhammed Konyevi
.