Allah'a Verdiğimiz Sözü Tutalım
Nasıl dünyada insanlar birbirlerine söz verip de sözünde durmadığı zaman herkes o kişiye itab ediyor, “Çok yanlış bir şey yaptın, sözünü yerine getirmedin” diye ayıplıyorlar; biz de kalubelada Rabbimize söz vermişiz.
Allah-u Zülcelâl bize, ruhlarımız Âdem aleyhisselamın sırtındayken şöyle nida etti: “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
İşte o zaman iman ehli, elhamdülillah bizim gibi müminler, “Belâ Yarabbi, Sen bizim Rabbimizsin,” dedik. Yani “Bize göndereceğin her emir ve nehiylerini yerine getirmek için söz veriyoruz,” diyerek söz verdik Allah-u Zülcelal’e karşı.
Şimdi sözümüzü yerine getirmezsek kendimize yazık edeceğiz. Ama dünya hayatı, dünya manzarası, bizi ahireti, o günü Allah'ın huzurunda cevap vereceğimiz o günü unutturuyor, gafil kalıyoruz. Kabir kapısından girdiğimiz gün hakikati göreceğiz ama iş işten geçecek.
Allah-u Zülcelâl bu konuda ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“…Allah’a ahd verdikleri zaman ahdlerine vefa edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (takva sahibi olanlardır).” (Bakara 177)
Rabbimizi sevmemiz lazımdır. O bizim Rabbimizdir, Hâlık’ımızdır, her şeyimiz O’nun elindedir. O’nun sevmediği şeyleri bizim nefsimiz seviyor diye yapmak çok haksızlıktır. Çünkü Onun sevmediği şeyleri yapmak kendi nefsimize zarar verecektir. Bunun için kendimize zarar vermememiz için Allah'ın emir ve nehiylerini yerine getirmemiz lazımdır.
Biz dünyayı tanımıyoruz, dünyanın ne kadar geçici olduğunu tefekkürle ortaya çıkarabiliyoruz tam iyice bir tefekkür yapmıyoruz. Nasıl ki bir marangoz testeresini, keserini bir kenara koyarsa, onları kullanmadan “Ben pencere kapı yapacağım” derse, yapabilir mi? Yapamaz.
Aklımız da aynen öyle bizim aletimizdir. Dünyamız için menfaatli şeyleri de, ahiretimiz için menfaatli şeyleri de ancak onunla yapabiliriz. Zararlardan kendimizi muhafaza etmek menfaatli olan şeyleri de yapmak için aklımızı çalıştırmamız lazımdır.
Aklımızı bir kenara koyar da daima heva-i nefsle yani nefsin istediği arzularla meşgul olursak aynen o marangozun hali gibi hiçbir şey yapamayacağız, fakir kalacağız, sanatsız kalacağız. Aklı kullanmadığımız zaman ne dünyamızı ne ahiretimizi kazanamayacağız, kendimize menfaatli olamayacağız.
Onun için kim dünyayı tanırsa geçici olduğunu görecek. Sübhanallah, sanki herkes biliyor gibi, şimdi dünyada olan insanların hiçbiri, yüz sene kalmadan bu dünyadan gidecek. Herkes biliyor bunu ama yine de aldanıyor.
Kim dünyayı tanırsa orada zararlı olan şeyleri yapmaz, kim de ahireti tanırsa onun ebedi olduğunu, hiç bitmeyecek ebedül ebed bir hayat olduğunu bilirse ahireti için menfaatli olan çok güzel şeyler yapacak.
Kim Allah-u Zülcelâl’i de tanırsa daima O’nun rızasını tercih edecek. Kim de kendi nefsini tanımazsa o dininde aldatma halinde olacaktır.
Kim Allah-u Zülcelâl’i tanırsa O’nun rızasını tercih edecek dedim. Çünkü kişi ölüm sekeratında, kabirde, Münker Nekir sorgu için geldiği zaman, mahşer gününde mizan terazisinin başında, sırat köprüsünden geçinceye kadar, daima Allah'ın kuvvetinin kendisiyle beraber olmasını isteyecektir.
Eğer Allah-u Zülcelal kulundan razı olursa emredecek Azrail aleyhisselama, “Kulumun ruhunu rahat olarak al. Ona babasının suretinde, samimi bir dostu suretinde ona görün ve ruhunu öyle al!” diyecek. Kabre emredecek: “Ona karşı hürmetkar ol!”
İşte böyle, her yerde Allah, her şeyin Rabbidir, Halık’ıdır. Her şey bize müsahhar olacaktır. İşte o yüzden diyorum kim böyle Allah-u Zülcelâl’i tanırsa her şeyi Allah için yapacak ve her şeyde Allah-u Zülcelâl’in rızasını kazanmaya gayret gösterecektir. Ama dediğim gibi aklımızı çalıştırırsak.
Görüyoruz ki dünyada dahi, bir kişi, bir padişahın yanında çalışırsa, ona hizmet yaparsa, onun halinden, kıymetli elbisesinden biliyoruz ki o büyük bir şahsın emrindedir, onun yanında çalışıyor. Peki Allah için çalışırsa nasıl olacak? O padişahların padişahı.
Mahşer günü, Peygamber aleyhisselatu vesselam, Allah'ın Habibi, hamd sancağı ile haşir meydanına gelecek, bütün Peygamberler, evliyalar, salih müminler onun sancağı altında kendi derecelerine göre yerlerini alacaklar. Her kul o gün samimiyetine göre derecesi ortaya çıkacak. İşte böyledir. Öyleyse biz de Allah'ın kulu olmanın kıymetini bilelim.
Hiçbir zaman Allah-u Zülcelal bizden gafil değildir. O azze ve celle, bize ruhumuzdan daha yakındır ve bizim kalbimize muttalidir, haberdardır. Uyuduğumuz zaman, dolaştığımız zaman ne yaparsak yapalım daima biz O’nun nazarının altındayız, o bizi görüyor, devamlı olarak kalbimizin içindeki niyeti biliyor. Eğer biz bir saat dahi olsa, kalbimizi Allah rızası için O’na çevirirsek ve Allahtan rahmet, ihsan lütuf istesek, Allah mutlaka bize rahmetiyle nazar ediyor. Allah'ın rahmeti böyledir.
Kim ölümü düşünürse, demin dedik ya heva-i nefis sebebiyle ölümden gafil kalıyoruz, eğer o gafletten kurtulursa kişi çok güzel şeyler yapacaktır. Kim ölümü tefekkür ederse o baki olan hayat ona sevgili olacaktır. Ölümü düşünürse, “Ben öleceğim, oraya gideceğim. Orada bu dünya gibi geçici değil, bir miktar değil, ebedülebeddir,” diyerek o ebedi hayata çok sevgi duyacaktır. Bu dünyaya da buğzedecektir, çünkü bu dünya geçicidir.
İki tane büyük musibet var, bu dünyanın bütün malı senin olsa yine de ayrılacaksın ondan, bu birinci musibet. Bir de ondan hesaba çekileceksin, o da ikinci musibet. Dikkat edelim, hem ayrılacaksın, hem hesabı sorulacak senden.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Âhiret hayatına nazaran dünya hayatı, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının (denizden) ne kadarcık su ile döndüğüne bir baksın.” (Müslim, Cennet, 55)
Yani dünya zamanıyla ahiret zamanının misali, sanki ahiret zamanı deniz gibi, o denize parmağını veya bir iğneyi batırdığın zaman ne kadar bir su geliyor ise dünya zamanı da o kadardır. Hiçbir şey sayılmaz yani, o manaya geliyor.
O ebedi hayata nazaran bu dünya hayatı hiçbir şey sayılmaz. Onun için elimizden geldiği kadar o ebed’ul ebed, baki hayatı bu geçici hayat ile değiştirmeyelim.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor:
Allah sizin suretinize ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9)
O bizim kalbimize baktığı zaman biz “Allah'ın rızasını kazanamadık,” diye endişe çekerek mahzun oluyoruz. O’nun rızasını kazandıracak amellere meraklı oluyoruz, “Keşke ben Allah'ın rızasını kazansaydım,” diye bir his duyuyoruz.
Her zaman söylüyorum ya, bir kişi, o kadar Allah azze ve cellenin rızası onun yanında makbuldür, o kadar kıymetlidir ki, mescidin kapısında gidip geliyor. Ne yapacağını şaşırmış gibi, “Ben nasıl Allah'ı razı edeceğim acaba? Allah-u Zülcelal ben ne yaparsam benden razı olur,” diye düşünerek gidip geliyor.
Allah-u Zülcelal kulunun kalbine bakıyor ya, onun kabinin ne kadar meraklı, ne kadar mahzun, ne kadar hararetli olduğunu biliyor. Çünkü onun nazargahıdır orası. O zamanki Peygambere vahy ediyor ki, “O kuluma söyle, ben onu sıddıklardan yazdım.”
İşte o kul hiçbir şey yapmadan Allah'ın yanında dostluğunu, Allah'a karşı sadıklığını göstermiş oldu. İşte kişi böyle Allah-u Zülcelâl’in yanındaki ecir ve sevaplara meraklı olduğu zaman böyle mesafe kat etmiş oluyor.
Allah-u Zülcelâl hepimize; razı olacağı amel-i salih nasip etsin ve fazlı keremiyle af ve mağfiret etsin.
Seyda Muhammed Konyevi.